‘İZAHNAME yetmez, ek olarak PATRONNAME gerekli!’ başlıklı yazıma ilişkin güzel düşüncelerini ileten ve bunun için müteşekkir olduğum Av. Sn. Sanlı Baş Beyefendi (@av_sanlibas) Twitter dan hatırlattı: Yüksek ‘kurumsal yönetim’ notu alıp, yatırımcıyı bir gecede fakirleştiren şirketler de tartışılmalı!
Kesinlikle… Hatta gerçek anlamda kurumsallaşma mevcut olsa benim inatla olması gerektiğini savunduğum PATRONNAMEYE de gerek olmaz.
Lakin son söyleneceği gene baştan ifade edeyim.
Kaç şirket gerçek anlamda kurumsallaşmış? Bence çok çok az.
Hatta ve hatta dahası var.
Kurumsallaştıklarını,
Kurumsal yönetim ilkelerini sağladıklarını belirten ve düşünen PATRONLARIN yüzde kaçı kurumsallaşmanın özünü benimsemiş ve biliyordur sizce?
Yazıyı okuduktan sonra lütfen sizler tahminde bulunun.
Metin Yüksel, Burak Özdoğan ve Harun Aktaş ile kaleme aldığımız ve serinin ilki olacak ‘Borsa Yatırımcısının El Kitabı, No.1’ isimli kitabımız dizgi sürecinde. Orada da bir bölümde bu hususu ele aldık. Lakin burada kısaca yazmak gerekliliği hasıl olduğu için konuyu özetleyeceğim.
Kısaca,
Gelin ben ne olduğunu açıklayayım, KURUMSALLAŞMA var mı siz karar verin!
Kurumsallaşma departmanlaşma değildir!
Herkesin bir görevi olması, bilgi sistemi kurulumu değildir!
Patronun şirkette değilken şirketin faaliyetlerine devam etmesi hiç değildir! (Ne yazık ki kurumsallaşmayı halen böyle tanımlayanlar hatta akademisyenler var)
Şirket sözleşmesine indirgenecek, aile şirketinin tersi denilebilecek bir kavram değildir!
Kurumsallaşma diye ‘örgüt şeması’ çizenleri ise kapsam dışı bırakıyorum ?
Kurumsallaşma nedir sorusunun cevabını verebilmek için öncelikle KURUM kavramını anlamamız gerekir ki; bu kavramı 1970’lerde tanımlayan Nobel ödüllü iktisatçı Douglas North kurumsal iktisat alanını literatüre kazandırmış ve kurumsallaşmanın örgütsel yönetim alanı içerisinde vücut bulmasına ve kurumsal yönetim araçlarının oluşmasına zemin hazırlamıştır.
KURUM, insanlar tarafından icat edilmiş ve idare gücünü elinde bulunduran bireylerin kendi refahlarını veya elde edecekleri faydaları maksimize etmelerini sınırlayan kurallar, süreçler ve normlardır.
Kısaca ‘KURUM’, ‘yönetme gücüne haizlerin’ çıkarlarını diledikleri şekilde maksimize etmelerini ‘ÖNLEYEN’ her şeydir!
Yasalar, dernekleşme ve sendikalaşma hakkı, toplantı ve gösteri hakkı, demokrasi, azınlık hakkı, kanunların üstünlüğü ilkesi, denge ve kontrol, insan hakları gibi çok sayıda unsur literatürde araştırmalara konu edilen kurumlardan bazılarıdır.
Nasıl mı işlerler?
Örneğin, işyeri sahibi işçilerin haklarını görmezden gelerek onları dilediği gibi çalıştırıyor veya kovuyorsa ‘KURUM’ devreye girer. En basit haliyle ‘iş kanunu’, ‘iş mahkemeleri’ veya ‘sendikalaşma hakkına dayalı toplu sözleşme’ bu örnekteki kurumlardır.
İşte ‘KURUMLAR’ tesis edildikçe ve geliştirildikçe karşımıza ‘KURUMSALLAŞMA‘ olgusu çıkar.
Bu bahisle, örneğin ‘SERMAYE PİYASALARININ KURUMSALLAŞMASI’ ifadesi; bu çevrede yer alan idare gücüne vakıf olanların çıkarları uğruna dilediklerini yapabilmelerini önleyen ‘KURUMLAR’ın varlığına işaret eder.
‘KURUMLAR’ ne kadar kaliteliyse ve ihtiyaçları ne denli karşılıyorsa idare gücüne sahip olanların çıkarlarına dayalı keyfiyetleri o denli sınırlandırılmıştır.
Bu nedenle ‘KURUMSALLAŞMA’ başlar, gelişir lakin son bulmaz.
Ekonomide sıklıkla duyduğumuz ‘YAPISAL REFORM’ ifadesi ‘KURUM’ların kalitesinin artırılması gerektiğine işaret eden akademik bir söylemdir. İşte nasıl ki ekonominin kalkınması için kurumların kalitesinin artırılmasından yani ekonomide süreklilik gösterir bir kurumsallaşma ihtiyacından bahsediliyor; sermaye piyasalarının gelişmesi de ona özgü yapısal reformları artık gerekli kılıyor.
Şimdi siz cevaplayabilirsiniz.
Sizce KURUMSALLAŞMIŞ MIYIZ?
Sevgiyle ve vicdanla kalın.
Soner GÖKTEN