Kontrollü Kur Politikası Sürdürülebilir mi?

Ayhan Bülent Toptaş

Dr.Ayhan Bülent Toptaş

KONTROLLÜ KUR POLİTİKASININ GELECEĞİ
Politika faizini yüksek tutarak enflasyona karşı bir kalkan oluşturmayı hedefleyen Naci Ağbal Mart 2021’de görevden alındı. Ağbal’ın yerine atanan Şahap Kavcıoğlu Eylül ayında bir dizi faiz indirimi başlattı. Politika faizi yüzde 19’dan aşamalı bir şekilde Aralık ayına kadar yüzde 14’e çekildi. Bu hamleler döviz kurunda ve enflasyonda (iktisat teorisinin öngördüğü şekilde) büyük bir yükselişe yol açtı. Eylül ayı başlarında 8.25 TL. civarında olan dolar fiyatının 19 Aralık’ta 18.4 TL’ye kadar yükselmesi ile büyük bir devalüasyon gerçekleşti. Aralık ayı içinde 20 milyar dolar rezerv satılarak yükseliş kontrol altına alındı ve dolar kuru 10.23 TL. ye kadar geriletildi. Ertesi ay (Ocak 2022)’de ve takip eden ayda (Şubat) dolar 13 – 14 TL. bandı içinde kaldı. Mart ayından itibaren ise dolar kurunun 14-15 TL. bandı içinde tutulduğu görülüyor.
Dövize yapılan bu müdahalenin yanı sıra Kur Korumalı Mevduat Hesabı adı verilen sıra dışı uygulama devreye sokuldu. Ayrıca mal ve hizmet ihracat gelirlerinin hatırı sayılır bir kısmının (bugün için yüzde 40’nın) TCMB’ye devri zorunluluğu getirildi. Böylece kuru kontrol altında tutmak için gerçekleştirilen döviz satışları için bir rezerv oluşturulmaya çalışıldı.
Bugün Yaşananlar 2019 ve 2020’de yaşananların benzeri
Bugün yaşananlar genel olarak 2019 ve 2020’de yaşananlar tekrarı gibi. O zaman da faizler düşürülmüş ve kur kontrol altında tutulmaya çalışılmıştı. O yıllarda bugünkü KKM ve Yuvam Hesabı gibi özgün tedbirler yoktu. Hatırlanacağı gibi, politika faizini yüksek tutarak enflasyona ve kur artışına karşı bir kalkan oluşturmayı hedefleyen Murat Çetinkaya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faizleri düşürmesine yönelik telkinlerini dinlemediği için Temmuz 2019’da görevden alınmıştı. O zaman da Çetinkaya’nın yerine atanan Murat Uysal bir dizi faiz indirimi başlatmıştı. 2019 Temmuz ayında yüzde 24 olan politika faizi Mayıs 2020’de yüzde 8.25’e kadar inmişti. Bununla birlikte, kurun ve enflasyonun yukarı yönelmemesi için 2019 ve 2020 yılında 128 milyar dolar değerinde rezerv harcanmıştı. Böylelikle 2019 yılında dolar kuru 5 TL. ile 6 TL. arasında kalmış, Kur, Şubat 2020’de 6 TL.’nin üzerine çıkmış, Temmuz 2020 sonuna kadar 7 TL.’nin altında tutulmuştu. Yüksek miktarda rezerv harcanmasına rağmen Ağustos 2020’den itibaren dolar kuru istikrarlı bir şekilde yükselişe geçmiş ve Ekim ayı sonunda 8 TL. sınırını aşmıştı. Kasım ayı başında Murat Uysal görevden alındı. Ağbal göreve başladığında TCMB’nin elinde kuru baskı altında tutabilecek rezerv kalmamıştı. Mevcut şartlarda Uysal’ın politikasının sürdürülmesi mümkün değildi. Ağbal faiz artışları ile kur artışını frenleme yolunu seçti. Bu aynı zamanda enflasyonu da kontrol altında tutmayı kolaylaştıran bir yaklaşımdı.
Kontrollü Kur Politikası Sürdürülebilir mi?
Görüldüğü gibi, döviz kuru belli bir bandın içinde tutulmaya çalışıyor. Belirlenen bantta tutulması mümkün olmazsa kurun bir üst banda geçmesine izin veriliyor ve kur bu kez yeni bandın içinde tutulmaya çalışılıyor. Bunu yapabilmek için başvurulan en önemli yöntem mevcut uluslararası rezervlerden satış yaparak döviz arzını artırmak. 2019 ve 2020 yıllarında bunu yapabilmek daha kolaydı. Çünkü yeterli döviz rezervi mevcuttu. Bu kez, net rezervlerin eksiye geçmesi önemli bir sorun olarak ortaya çıkıyor. Bu zafiyeti ortadan kaldırmak için Kur Korumalı Mevduat Hesapları hayata geçirilirken mal ve hizmet ihracatının yüzde 40’nın TCMB’ye devri zorunluluğu getirildi.
Kuru tutabilecek rezervlerin mevcudiyeti cari fazla verilmesine bağlı. Bunun için ilk bakılan kalem ihracat: Kurun aşağıda tutulması, hızlanan ve yüzde 60’ın üzerine çıkan enflasyonun maliyetlere yansıması ihracatçının kar marjını daraltıyor ve rekabet gücünü aşağıya çekiyor. Mal ve hizmet ihracatının yüzde 40’nın TCMB’ye satılması zorunluluğu da ihracatçının motivasyonunu olumsuz etkileyebilir. Diğer taraftan kurun baskı altında tutulması ithalatı artırırken ve savaşın etkisiyle enerji, emtia ve gıda fiyatlarında meydana gelen yükselişler ithalat faturasını büyütüyor. Dış ticaret açığının turizm gelirleri ile dengelenmesi umulmasına karşın, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ise turizm gelirlerinin umulanın altında gerçekleşmesine neden olabilir. Geçtiğimiz yılın sonlarına doğru, ekonomi yönetiminin cari fazlayı hedeflediğine dair açıklamalar yapmasına karşın Aralık, Ocak ve Şubat aylarında çok ciddi cari işlemler açığı verilmesi bu hedefe ulaşabilmenin olağanüstü zorlaştırdığını gösteriyor. Bu da döviz kurunu kontrol etmek için ihtiyaç duyulan rezervlerin elde edilmesinin zorlaştığı anlamına geliyor.
Bir ülkenin parasının yabancı ülkelerin parası karşısında değerinin yüksek tutulması isteniyorsa parasal genişlemeden uzak durulması gerekir. Türkiye’de ise bunun tersinin yapıldığı görülmekte. Pek çok yorumcu Federal Rezervin 2013 yılı başında 4 trilyon dolar olan bilanço toplamının 9 trilyon dolara ulaşmasını dehşet verici bir olay olarak sunuyor. Bununla birlikte TCMB’nin 2013 yılı başında 256 milyar TL civarında olan bilanço toplamının bugün 2.5 trilyon TL.ye ulaştığının da göz önünde tutulması gerekiyor. Bu rakamlara bakılarak da TL.’nin dolar karşısında değer kaybetmeye ne kadar yatkın olduğu değerlendirilebilir. Kaldı ki Fed’in artık bu devasa bilançoyu küçültmesi ve peş peşe faiz artırımlarına gitmesi gündemde. Diğer yandan Türkiye’nin bütçe açıklarının da yıllar itibariyle büyüdüğü görülmekte. Yani hem maliye hem de para politikasının genişlemeye devam etmesi kurun kontrol edilmesini daha da zorlaştırıyor.
Kurların yükseliş hızının yavaşlatılmasının enflasyon üzerinde olumlu etki yaratması beklenir. Bununla birlikte mevcut ekonomi yönetiminin kredibilitesinin düşüklüğü, güvensizlik gelecekte yapılması planlanan harcamaların bugün yapılması sonucunu doğurarak talebi artırıp, enflasyonu körüklüyor ve beklentileri kötüleştiriyor. Genişletici politikalar da böyle bir davranışın alt yapısını hazırlamakta. Hiç şüphesiz, sadece kontrollü kur politikasının uygulanması güvenilir makro ekonomik politikaların yerini hiçbir zaman tutmayacak.
Aslında, çeyrek asra yakın bir süre önce kurun kontrollü olarak arttırıldığı ciddi bir istikrar programının başarısızlığı da hala çok iyi hatırlanıyor. IMF tarafından desteklenen ve 2000-2002 yılları arasında uygulanması planlanan enflasyonu düşürmeye yönelik detaylı program sadece kontrollü bir kur politikası izlenmesini planlamakla kalmıyor, bu politikanın para ve maliye politikası ile uyum içinde olmasını da öngörüyordu. Programın başarısız olmasında ve Türkiye ekonomisinin 2001 krizine sürüklenmesinde bugünküne benzeyen sorunlar da oldukça etkili olmuştu. O günlerde pandemi yoktu ama 17 Ağustos 1999 depreminin travması ekonomiyi olumsuz etkilemişti. Yine programın başladığı yılda dünyada petrol fiyatlarında yüzde 50’nin üstünde bir artış gerçekleşmişti. Bir başka sorun da 2000 yılında Fed’in faiz oranlarının ve dolar endeksinin hatırı sayılır derecede yükselmesiydi. Diğer yandan o günlerde de bugünkü gibi önemli yapısal sorunlar mevcuttu.
Geçmişte daha iyi koşullarda yürütülmeye çalışılan kontrollü kur politikalarının başarısız olması bugünkü koşullarda, sürdürülen politikanın da başarısız olabileceği düşüncesini akla getiriyor. Başarısızlık durumunda önceden olduğu gibi kur ve enflasyonu aşağıya çekmek için faizlerin yükseltilmesi yoluna gitmek seçeneğine başvurulması gerekecektir. Seçimler yaklaşırken böyle bir dönüş iktidara önemli siyasi faturalar çıkarabilir.

Exit mobile version