Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uygulamaya koyduğu yeni ekonomi modelinin mimarı Şefik Çalışkan, “TCMB 18.11.2021 Toplantısı Sonrası Ekonomik Görünüm” başlıklı raporuna ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.
Dünya gazetesine konuşan Şefik Çalışkan, kendi önerdiği model illa bir isimle anılmak istenirse “Parasının Değerini Düşük Tutan Ülkelere Karşı Yerli Üretimi Koruma Modeli” denilmesini tercih ettiğini söyledi.
–Son günlerde yazdığınız bir bilgi notu tartışma yarattı. Öncelikle, kendinizden söz eder misiniz? Ne iş yapıyorsunuz, bu bilgi notunu hangi şartlar altında, kimin için ürettiniz?
-Asıl işim şirket doktorluğu. Bankacılıkta birçok kademe ve özel sektörde üst düzey yöneticilik tecrübelerim var. Ancak yıllardır yaptığım iş, hasta olan şirketleri iyileştirmek. En çok imalat alanındaki şirketlerle ilgileniyorum.
Öte yandan ekonomideki gelişmeleri düzenli olarak takip edip periyodik raporlar hazırlayıp iş, yönetim ve siyaset dünyasındaki her görüşten insanlarla yıllardır paylaşmaktayım.
Bir doktorun önüne gelen hastalarda ortak yanlar görerek, hastalığın bireysel olmaktan çok çevre şartlarıyla ilgili olduğunu keşfetmesine benzer bir olguyu yıllardır yaşıyorum. Bizim imalatçı firmalarımız yıllardır parasının değerini düşük tutan ülkelerden yapılan ithal ürünlerle rekabet edemeyip batıp gitmekte. Haydi birkaç firma kötü yönetim yüzünden batsın ama gördüğüm onlarca ve hatta yüzlerce firma sadece bu nedenden dolayı batıp gitmekte.
Bu konudaki görüşümü de 25 yıldır herkesle paylaşmaktayım. Sahada yüz yüze yaşadığım olaylar, takip ettiğim ekonomi politikasıyla ilgili yerli ve yabancı literatür, bu konudaki fikirlerimi bir çerçeve içerisinde toparlamaya imkân verdi. Vardığım sonuç şudur: Ülkemizde üretim yapılan alanlarda yabancı ülkelerin ihracatlarını destekleme amaçlı yüksek kur politikalarını dikkate almazsanız, yerli üretimi ayakta tutamazsınız. Kendi üreticisini yüksek kur politikası uygulayan ülkelere ezdiren bir ülke, ucuz ithalatçılıktan batakçılığa uzanan bir ülke olmaktan kurtulamaz.
-O halde sizin saha tecrübelerinizle makro ekonomi konusundaki çalışmalarınızı bir bütün halinde yürüttüğünüzü söyleyebilir miyiz?
-Evet. Tam olarak yapmaya çalıştığım budur. Banka müfettişliği yaptığım ilk yıllarda, problemli şirketlerin genellikle iyi yönetilmediğini düşünürdüm. Ancak zaman içinde, bu problemli şirketlerin çoğunda aynı hataları gözlemlemeye başlayınca ortada yönetim hatalarından ziyade makro ekonomik problemler olduğunu fark ettim ve çalışmalarımı/okumalarımı bu yönde yoğunlaştırdım. Yoksa bu kadar iş adamı/müteşebbis, anlaşmış gibi aynı hataları yapıyor olamazdı.
Ulaştığım sonuç şuydu:
Ülkemizin para ve maliye politikası; iş adamlarımızı batırmak, işçilerimizi işsizliğe mahkûm etmek ve devletimizi de vergisiz bırakmak için kurgulanmıştır. Ülkemizin atmosferi yani para politikası zehirli, ülkemizin toprağı yani maliye politikası ise bataklıktır. İnsanımız, içinde bulunduğu atmosferi normal zannediyor, zemini ise “herhalde böyle olur” diye düşünüyor. Gerçekte ise para ve maliye politikası, girişimcimizin kâr etmemesi, insanımızın işsiz kalması, devletimizin de sürekli borçlanması şeklinde bilinçli olarak kurgulanmıştır. Bu durum ülkemizi; siyasal olarak istikrarsız, sosyal olarak huzursuz, ekonomik olarak geri, psikolojik olarak gerilimli yapmaktadır.
Ülkemize adeta deli gömleği giydirilen bu kurgunun başlangıcı 1947 Marshall yardımları ve Sovyetler’in baskısı üzerine Batı Blokuna demir atmamız ve nihayet 1952 NATO sürecidir. Bu tarihten sonra ülkemiz, askeri ve ekonomik bağımsızlığını kaybetmiştir. Ülkemiz ekonomisi ve insan kaynakları, tamamen 2. Dünya savaşında yıkılan Avrupa’nın ayağa kalkmasına yardımcı olacak biçimde, stepne olarak kurgulanmıştır. Avrupa’da gıda açığını gidermek için ülkemize tarım makinaları verilirken, bu makinaların yerli üretimi için bırakın fabrika kurmayı, yedek parça üretimine bile izin verilmemiştir. Avrupa gıdada yeterli hale gelince, bu alanda destekler kesilmiş, bu defa madencilik ve ham madde alanında ülkemiz kaynakları kullanılmaya başlanmış ama bir tane bile ileri işleme madencilik tesisi kurulmamıştır. Mevcut sanayi tesislerimiz işlemez hale getiriliyor, uçak ve otomobil üretim girişimlerimiz engellenmiştir. Avrupa maden işini de diğer ülkelerle çözünce, bu defa çalışacak insan sıkıntısı çekmeye başlamış, Türkiye de Avrupa’nın mesleksiz, niteliksiz işçi kaynağı olarak kurgulanmıştır.
Ülkemizin siyasi ve ekonomi politiği, ABD tarafından kendisinin siyasi mandası, askeri ve ticari pazarı; Avrupa’nın da önce ham madde ve insan kaynağı, şimdi de sıcak para ve ticari pazarı olarak tasarlanmıştır. 1950’den bu yana siyasilerimizin Sovyet korkusu yüzünden ülke olarak ABD ve Avrupa’nın siyasi ve ekonomik zulmüne katlanmak zorunda kaldık. Her ne hikmetse ülkemizdeki tüm ağrı sanayi tesisleri de düşman biline Sovyetler tarafından kurulmuştur!
Osmanlı döneminde de ekonomiyi yok eden ve 1918’de Mondros Anlaşmasına getiren sürecin alt yapısı, Mehmet Ali Paşa korkusu nedeni ile 1838’de imzalanan Balta Limanı anlaşmasıdır. Bu anlaşma ile Osmanlı pazarı, İngiltere başta olmak üzere Avrupalı sömürgecilere teslim edilmiştir.
Bugün ekonomimizi sömürgeleştiren, düşük kur yüksek faiz politikasıdır.
Bu politika sonucunda ülkemizde imalat sanayisi çökmekte, ülkemiz ithalata boğulmakta, insanımız işsiz, iş adamımız kârsız, devletimiz de vergisiz kalmaktadır. Düşük kur yüksek faiz politikası, devletin borcunu artırarak talep enflasyonuna, cari açığı yükselterek maliyet enflasyonuna; milletin ve devletin gelirlerini yüksek faizle iç rantiyeye, sıcak parayla da dış rantiyeye akmasına neden olmaktadır. Ondan sonra da ülkemizdeki tüm sosyal ve siyasal taraflar; sonu gelmez, çare üretmez bir kör dövüşün içine giriyorlar.
Bu kanaatlerimi ispatlayacak bir soru sorabilirim. Ülkemizdeki ağır sanayi, askeri teknoloji tesislerinin tamamı neden hep ABD ve Batılı ülkeler ile sorun yaşadıktan sonra kuruluyor? Çünkü bu çatışmalarla üzerimizdeki deli gömleğinden bir parça elimizi kurtardığımız an, olması gerekeni yapıyoruz da ondan. 1994’ten beri olan biten karşısında “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” diye bağırıyorum, ancak kimseye sesimi duyuramıyorum.
Ülkemize giydirilen deliği gömleği, “Düşük kur yüksek faiz” çıkmaz sokağına sadece ben dikkat çekmemişim. Rahmete giden Kemal KURDAŞ, Oktay YENAL, Sadun AREN çıkmaz sokak hakkında nokta atışı yaparak alabildiğine çığlık atmışlar; ancak ne felç olmuş millet ne kavasa dönmüş siyaset ne de köleleşmiş iktisatçılarımız onları da duymamış. Bugün yaşayanlar arasında da Allah sağlıklı ve uzun ömür versin, Ege CANSEN çığlık atmaktadır.
-Bilgi notunuzda Keynes ve Hayek tartışmasına yönelik genişçe bir teorik çerçeve var. Bu teorik çerçeveyi günümüz Türkiye şartları açısından neden önemli buldunuz?
-Bir soruna çözmek için önce teşhis koymak gerekir. Sorun, bir nedenden mi yoksa bir amaçtan mı kaynaklandığını anlamamız lazım. Aksi halde sorunu gidermek için uygulayacağımız tedavi, meseleyi içinden çıkılmaz hale getirir. Ben de ülkemizdeki iktisadi sıkıntılara bilimsel olarak yaklaştığını iddia edenlere, onların referanslarının bu konuyla ilgili ne düşündüklerini göstermeye çalıştım. Ülkemiz iktisadi hayatı için icat çıkarmaya gerek yok, sadece keşif yapmaya ihtiyaç var. İcat edilen sorunların çözümü ülkeye katma değer üretmez.
Ülkemizdeki iktisadi sorunun nedenleri yoktur, amaçları vardır. Bu amaç, özellikle ABD ve Avrupa’nın, ülkemizi sömürülecek pazar olarak kalmasını istemeleridir. Bu amaç ortada iken; ülkesine komünizm gelmesin diye işsizliğe acil reçete yazan Keynes’in ve ülkesinde yüksek enflasyonun dramatik sonuçlarını anlamaya çalışan Hayek’in yöntemleri yeterince işe yaramayacaktır. Nitekim Keynes’in teorilerinin hayata uyarlanması, tüm devletleri borca boğmuş, stagflasyon diye adlandırılan yeni bir krize neden olmuş, 1950’lerinn sonunda 1960’ların başında da gözden düşmüştür. Hayek’in teorisi de 1980’lerden itibaren sahaya inmiş, ancak o da 1990’ların sonunda bu defa şahısları ve şirketleri borca boğmuştur.
Bu iki büyük düşünür, kendi ülkelerinde keşfettikleri iktisadi krizlerin nedenlerini açıklamaya ve çare üretmeye çalışmıştır. Ancak bizim ülkemizde iktisadi krizin nedeni yoktur, amacı vardır. Boşuna dünyadaki teorilerle krizi çözmeye çalışmayalım. Öncelikle yapmamız gereken, krizin amacını ve aracını anlamaktır. Ancak bundan sonra iktisadi krizlerin(=işsizlik) nedenlerine yoğunlaşabiliriz. Ayrıca bu düşünürler, bugün küreselleşen dünyada ve tamamen finanslaşan ekonomilere yeterli katkı veremiyorlar ki, gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, sıkıntılar devam ediyor. Şüphesiz bu üstatların yakaladıkları ve açıkladıkları çok sayıda olgu var ve bunlardan çok şey öğrendik. Ancak bizim ülkemizdeki iktisadi sıkıntının çözümü bunlardan geçmemektedir. Bu nedenle, bu düşünürlerin fikirleri ile oyalanmamalıyız, bunlarla kör dövüşü yapmamalıyız.
-Hayek atıfı, Reaganomics, Thatcherism çağrıştırıyor. Bu açıdan bir neo liberal yaklaşım mı öneriyorsunuz?
-Ekonomi politikasında herhangi bir stili benimsemek için öncelikle ekonominizin anatomisi ve fizyolojisinin birbiri ve rakip ülkeler ile tutarlı olması lazım. Bizim ekonomimizin anatomisi maliye politikasıdır. Fizyolojisi ise para politikasıdır. Düşük kur yüksek faiz, cari açık, ekonomimizin fizyolojisini, para politikasını işlevsizleştirmektedir. Bu politikaya bağlı bütçe gelirleri ve borçlanmalar da ekonomimizin anatomisini, bütçesini etkisizleştirmektedir. Ancak işlevsel bir para politikası ve etkin bir maliye politikası, ülkemizdeki iktisadi kriz olan işsizliği ve enflasyonu çözebilecektir.
İktisat politikasında yaklaşımların farklılık yaratılması, maliye ve para politikanız olması gerektiği gibi çalışırken; rakiplere nasıl fark atarım ya da elimde tuttuğum liderliği nasıl korurum sorularının cevabıdır. Ülkemiz ekonomisinde “gerek şart” olan adımlar atılmamışken makyajdan öteye gitmeyecek yaklaşımlarla asla vakit kaybedilmemelidir. Herhangi bir yaklaşım ya da estetik stil önermiyorum. Önerim, düşük kur yüksek faiz deli gömleğinin ülkemiz ekonomisi üzerinden atılması ve çıkmaz sokaktan sapılmasıdır. Ondan sonra yaklaşımlar ve stiller gelmelidir.
-Türkiye’nin gündemdeki tartışma konusu, üretime, özellikle cari açık doğuran alanlarda üretime ağırlık vermek. Teşviklerden kaynak tahsisine, para politikasından maliye politikasına kadar geniş bir müdahale alanı?
-Keynesyen iktisat politikası siyasiler, Hayek’in önerileri de piyasa oyuncuları tarafından devleti ve halkı istismar etmede kılıf olarak kullanılmıştır. Gelişmiş ülkeler, ellerindeki sıcak parayı ve biriken fonları yüksek faizden az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere satmak için bilimsel dayanak yaptılar. Bu ülkelere akan milyarlarca dolar, ülkeleri kalkındırmadı, borca boğdu, sanayilerini öldürdü ve istihdamı güdükleştirdi. Uygulanan iktisat politikasını bir şeyle tanımlayabilmek için öncelikle anatomisi ve fizyolojisinin olması gerekir. Düşük kur yüksek faiz politikası, iktisat politikamızı şekilsiz hale getirmiştir. Tanımlama değil tasvir yapabiliriz. Ortaya çıkan resim, herhangi bir sıfatı hak edecek özelliğe sahip değildir.
-Sıcak paranın tahrip edici etkisine yönelik kamuoyunda bir farkındalık var. Diğer yandan, Türkiye son 5 yıldır hem tasarruf açığı, hem de uzun vadeli kredi-doğrudan yatırım bulmakta zorlandığı için başta bankalar olmak üzere döviz açığını kapatmak için dış kaynağa ihtiyaç duyuyor. Elbette buna şu anda yapıldığı savunulan bir politika ile son vermek mümkün ama bunun da çok ciddi maliyetleri var. Bu ikilemden nasıl çıkılacak? Kime bedel ödetilecek, hele hele bugün başlansa dahi yatırımların hayata geçişinin ortalama iki yıl, üretim ve halka yansımasının ise üç veya dört yıl olacağı varsayılan bir ortamda? Kaldı ki dış talebin gelecek 3-4 yıl içinde lehimize olacağının da bir garantisi yok?
-Hayek, iktisadın bir bilim olduğunu ancak içinde insan olduğunu söyler. Bu cümle; İktisat biliminin fizik gibi inorganik, kimya gibi yarı organik, biyoloji gibi organik bilimlere benzemediğini ve determinizmin mutlak anlamda geçerli olmadığını anlatır. İktisat politikası, çoğu zaman iktisat bilimini tercihlerinde sos olarak kullanmıştır. Bu, dünyanın her yerinde geçerli bir olgudur. Keynes başta olmak üzere iktisatçılar, siyasilerle her zaman çatışmıştır. Hayek de öyle. Thatcher, Hayek’e “beni sen var ettin” derken bile Hayek’in önerilerini tam uygulamamıştır. Çünkü siyasi alan, iktisadi alandan daha fazla tercihlere ve duygulara açıktır. Bu nedenle siyasilerin işi hiç de kolay değildir.
Ülkemiz ekonomi mimarisi, tasarruf açığı olsun, yabancılar doğrudan yatırım yapmasın, yerliler de rekabete kapalı alanlarda verimsiz projeleri ile uğraşsınlar diye kurgulanmıştır.
Bu kurgu para politikası ile kur, faiz ve enflasyon değerlerinde oynayarak hayata geçirilmektedir. Enflasyon canavarını yenmek için düşük kur ile besliyorsun, yüksek reel faiz ile de güya canavarın boynuna halkayı geçiriyorsun. Düşük kur, imalat ve turizm sektörünü yabancıların önüne kurban olarak veriyor. Kur artışından yüksek belirlenen enflasyon, imalat ve turizm sektörünün maliyetlerini artırıyor. Bir darbe de oradan vuruyorsun. Son darbe faizden geliyor. Finansman maliyetlerini de artırarak bu sektörleri batırıyor ve iç istihdam kaynağını kökünden kurutuyorsun.
Ülkemizde 1950’den bu yana ağırlıklı olarak muhafazakâr siyasetçiler yönetmiştir. Bu siyasilerin önünde her zaman iki açmaz var olmuştur. Birincisi, oy aldıkları tabanın refah talebi, ikincisi de ülkenin sahip olduğu yetersiz imkân ve kabiliyetlerdir. Ülkenin imkân ve kabiliyetlerini ne zaman artırmaya çalışsalar sürekli sopa yemişlerdir. Bu sopalar, darbelerle ve ekonomik krizlerle olmuştur. Krizlerin sebebi uygulamalar mı yoksa uygulamanın zemini mi diye hiç sorgulama yapılmamıştır. Kolaycılıkla suçlu üreterek işin içinden çıkmaya çalışmışlardır. Muhafazakâr politikacılarımız, onlara sopa atanlar ve onları eleştirenler niye sopa attıklarını ve niye sopa yediklerini bir türlü anlayamamışlardır. Tüm taraflar, her seferinde aynı hareketleri yapıyorlar ve sonucun farklı olmasını bekliyorlar. Sonra 12 Eylül ve 28 şubatta olduğu gibi darbe yapanlar da yargılanarak hukuk önünde ve vicdanlarda mahkûm oluyorlar. Gerçek ise tamamen başka yerde tecelli etmiş durumda. Gerçek, ülkemizin ekonomi politikası siyasal istikrarsızlık ve sosyal huzursuzluk çıkaracak şekilde kurgulanmasıdır. Bunun aracı da düşük kur yüksek faizdir.
“Taktiksiz strateji, hedefe giden en yavaş yoldur. Stratejisiz taktik, yenilgi öncesi gürültüdür” diyor, Çinli bir düşünür. Ülkemiz ekonomisinde imkân ve kabiliyetleri artırmak için bugüne kadar yapılanların tamamı taktik çalışmalardır. Ve sonu hüsranla bitmiştir. Bu çalışmaları yaparken 1960’tan sonra batılı gelişmiş ülkelerin sıcak para tetikçisi İMF, Dünya bankası ve bu ortamlarda yetişmiş yerli ve yabancı iktisatçılardan taktik almak, tilkiye kümes emanet etmekten başka bir işe yaramamıştır. Yapılanlar gürültüden öteye geçmedi. Muhafazakâr politikacılar, taktik tedbirlerle ülkenin imkân ve kabiliyetlerini artırdıktan sonra stratejide değişiklik yapmak için güç toplayacaklarını düşünmüş olabilirler, ancak bunların siyasi ömürleri yetmedi.
Bu durum, Sayın Cumhurbaşkanına kadar devam etti. Sayın Cumhurbaşkanı yönetiminde Ak Parti, 19 yılda ülkemizin taktiksel alt yapısını güçlendirmiştir. Sayın Cumhurbaşkanının, kendi inşa ettiği imkân ve kabiliyetlere dayanarak ekonomiye 2.Dünya savaşı sonrası giydirilen deli gömleğini çıkarıp atmanın zamanının geldiğine karar verdiğini, tahmin ediyorum. Şunu da ayrıca çok güçlü ifade edeyim ki; temenni de ediyorum.
Herkes stratejik bir değişiklik olması gerektiğini söylüyor. Zaten gök kubbenin altında söylenmemiş söz yok. Ama NASIL sorusu cevaplanmıyor. Çünkü hiç kimse, yetki ve sorumluluk almak istemiyor. Hiçbir siyasi, bedel ödemek istemiyor. Uygulanan politikanın birtakım sorunlara neden olacağı söyleniyor. Rapor gündeme oturduğundan beri herkes bu işin nasıl olmayacağını anlatıyor. İyi ya, o sorunlar, politika uygulamamak için mazeret olmamalı, tam tersi yol işareti olmalı. Tam bir öğrenilmiş çaresizlik, kadere razı olma, benden gitsin de nerede patlarsa patlasın hikayesi yaşanıyor. Oysa tarih değiştiren liderler, bu stratejik tercihlerin yapılacağı kader anında ortaya çıkar. Ve milletimiz, bu anlarda liderlerimize gerekli imkanları her zaman sunmuştur. Ancak liderlerimizin yabancılara değil, milletimize güvenmesi gerekir. Sayın Cumhurbaşkanının da yaptığının bu olduğunu görüyorum.
Ekonomi politikasında stratejik değişiklikte kimin bedel ödeyeceği çok sık sorulan bir soru. Cevabı çok basit, İMF ve aynı zihniyetteki iktisatçıların ortaya koyduğu taktiklerde kim kazançlı çıkıyorsa, bedeli onlar ödeyecek. Nimetler de geçmiş politikalarda kim bedel ödediyse onlara gelecek.
Geçmiş iktisat politikalarında krize reçete yazarken hemen faizler yükseltilir, kurlar artırılır, devlet ve şirketler küçültülür, enflasyon ve işsizlik de hızlı artardı. Sonra dış sıcak para haramilerine IMF tarafından soygun garantisi verilir, içerde de IMF’nin sufle ettiği ilimlerine ihanet eden iktisatçılarımız ve kavasa dönmüş siyasilerimiz, felç olmuş vatandaşa ve şirketlere sabredin tuluatine başlardı. Bu politika ile halk fakirleştirilir, iç tüketim düşer, ihracatçılarımız saman alevi gibi biraz parlar, sonra sönerdi. Sıcak paracılar, IMF’nin garantisi ile hemen ülkeye üşüşürlerdi. Yüksek faizden hazine bonolarına girerler, IMF ve sıcak paracılardan gelen kredilerle döviz bollaşır ve TL kıymetlenirdi. IMF’nin sufle ettiği iktisatçılarımız da ülkeye güven geldi, resmi rezervler arttı diye, televizyonları gezip IMF’nin verdiği talimatı yerine getirirlerdi. Yüksek faizle alınan borca da rezerv derlerdi.
Değerli TL, özellikle orta sınıfa sanal bir zenginlik algısı sunar, dolar karşılığı basılan paralarla kredi genişlemesi olur, bu defa alt gelir gruplarının da harcanabilir gelirleri artar ve bütün bu talep artışının tamamı ithalata giderdi. Şu güzelliğe(!) bakar mısınız? Uygulanan politika ile sıcak paracılar paralarına çok yüksek faiz alıyorlar, değerlenen para ile vadeleri geldiğinde hem faizden hem de ana paradan çifte kavrulmuş vaziyette sermayelerine yüzde 40 ila 60 arasında nema sağlayarak ülkelerine götürüyorlar. Bu da yetmiyor. Değerlenen TL, kuru sübvanse ederek yabancı malları ucuz hale getirirken sıcak paracılar ve İMF, tetikçisi olduğu ülkelerin imalat sanayisine ve turizm sektörüne de müthiş istihdam yaratıyor. Kurt yapmaz bu taksimi kuzulara şah olsa.
Değerli TL’nin imalat sanayisini ve turizm sektörünü öldürdüğünü görmeyen, yüksek enflasyonu cari açık halısının altına süpüren; insanımızı işsiz, şirketlerimizi kârsız, devletimizi vergisiz bırakan, bu sistemin duvara çarpması, tasarımının gereğidir. Sayın Kemal Derviş’e 2001 ekonomik istikrar paketi kurgusunun nasıl gittiği sorulduğunda “cari açığı böyle öngörmemiştik” diyor. Halbuki tasarımın bundan başka sonuç doğurması eşyanın tabiatına aykırı. Buna rağmen programın başarısızlığını, yapısal reformların hayata geçirilmemesine bağlayan iktisatçılarımızı, Allah’a havale ediyorum. Eşeğini dövemeyen semereni dövermiş misali, İMF öncülüğünde kurgulanan istikrar programlarında keramet ve kehanet arıyorlar. Yapısal reformlar dedikleri, ülke verimliliğinde en fazla yüzde 3 ila 5 artış sağlayabilir. Halbuki düşük kur yüksek faizden imalat ve turizmin köküne kibrit suyu döküldüğünün farkında olmamaları imkânsız. Suçu üreten zemine değil, insanımıza suç atarak siyasetçimizi ve vatandaşımızı umutsuzluğa itiyorlar. Bilerek; stratejik, taktik, politik konuları birbirine karıştırıyorlar ve vatandaşımızın kafasını bulandırıyorlar. Ülkeye güvensizlik yayıyorlar.
Ekonominin yol haritasındaki bu stratejik değişiklik, ilk başta mekanizması gereği kurları artıracak, bu da enflasyonu yükselterek halkın bir kısmının alım gücünü düşürecektir. Buradaki en çetrefil konu enflasyondur. Bütün literatür der ki; enflasyon fazla paranın az malın peşinde koşmasından kaynaklanır. Fazla para nereden çıkar? Bütçe açıklarından. İyi de, son 19 yılda bütçe açığı AB kriterlerinin altında, yüzde 2,7 olarak gerçekleşmiştir. Bu rakamdan dünya küresel krizleri çıktığımızda bütçe açıkları, AB kriterlerinin neredeyse yarsına gelmektedir. Öyleyse ülkemizdeki “enflasyonun nedeni nedir?” diye sormak gerekmiyor mu? Bunun bir sebebi olabilir; o da ülkemizde bütçe nicelik olarak iyi durumdayken, nitelik olarak enflasyonda işlevini yerine getiremiyordur. Gerçekten de bütçe gelirlerine baktığımızda, özellikle ithalat ve tüketimden alınan vergilerin ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Bu da ekonomi politikasında uygulanan yüksek faiz düşük kurdan kaynaklanmaktadır. Bu politika, ülkede katma değer üretilmesinin önüne geçiyor ve vergi yükünü garip gurebanın üzerine bırakıyor.
Ülkemizde paranın işlevini gören iki araç bulunuyor, TL ve dolar. Bu asla göz ardı edilmemelidir. Çünkü iktisat ilminde az da olsa mevcut olan determinizm o zaman ters çalışmaktadır. Bu durum ülkemize zarar vermektedir, ancak şu anda verili bir durum ve cebri tedbirlerle bunun önüne geçilemez, onun için üretilen politikalarda bu konuyu da yönetmek gerekecektir. Kurların artışındaki ivmelenmenin bir nedeni de dövizle tasarruf yapma isteğidir. Bu, içinde bulunduğumuz ekonomik şartlarda gayet normal. Ancak bu normale göre taktik üretmemiz lazım. Nedir o? Dövize dönen mevduatı tamamen ihracatı desteklemek için kullanmalıyız. Swapla TL’ye dönüp içeride kullanmamalıyız. İhracatçı firmalar üzerinden nakit yaratmalıyız.
Ekonomide strateji değişikliği ile mekanizma şu şekilde çalışacaktır. Stratejik hedef, istihdamı artırmak ve enflasyonu kalıcı şekilde düşürmektir. Taktik hedef, bütçe ve dış borç için 200 milyar TL’lik faizi ödemek ve bunun kadar da döviz likitidesi üretmektir. Bütçe, zaten faizlerin yüzde 50-60’ını ödeyecek şekilde faiz dışı fazla vermektedir. Talep yönlü enflasyona kesin ve kısa zamanda darbeyi vurmak için faiz dışı fazlanın artırılması gerekir. Bunun için bütçe gelirleri artırılırken giderlerin de kısılması stratejiye uygun bir taktik hamle olacaktır. Ancak ülkemizde bütçe zaten yeterince gitmesi gereken yere gitmiyor. Bu nedenle bütçe giderlerinde kısma minimum olurken, gelirlerinde artış hızı daha çok olmalıdır.
Ülkemizde enflasyonun ikinci nedeni verilen cari açıktır. Cari açık, dolar talebini yükseltmekte, bunun sonucu da kurlar artmaktadır. İmalat sanayimizin yüzde 42 oranında dışa bağımlı olması, bunun enflasyona hızla yansımasına neden olmaktadır.
TL politika faizlerinin düşürülmesi, ülkemizde yabancı sıcak paraları kovacaktır. Fakat ülkemizde çift para olması ve dövizin paranın tüm fonksiyonunu yerine getirmesinden dolayı dolarizasyon artacaktır. Bu da TL kredilerde uzun vadeli faizleri artıracaktır. Bu, yeni stratejinin beklenen bir sonucudur. Kurların yükselmesi dolarizasyonu artırırken TL arzında kısma olur. TL borçlanarak tüketimi artırma ya da iç pazara dönük yatırım yapılmasının önüne geçer. Kur artışları, orta ve uzun vadeli TL faizleri artırdığı için yatırım ancak kur artışı, TL faizlerinin üzerinde ise gerçekleşir. Bu da iç talebi kısar ve ihracata dönük yatırımları artırarak programa katkı verir.
19 yıllık Ak parti döneminde 14 trilyon dolarlık GSYİH üretilmiştir ve bunun 3,5 trilyon doları yatırıma gitmiştir. Bu tutarın da 1,5 trilyon doları makine ekipman yatırımıdır. Son 20 yılda nüfusuna 20 milyon artan bir ülkede inşaat yatırımı da zorunludur. Bugün ABD, eskiyen alt yapısını yenilemek için beş yılda harcayacakları rakamı 1,5 trilyon dolar olarak açıklamıştır. Ak Parti, 3,5 trilyon dolarlık yatırım yaparken ülke borcunu 318 milyar dolar artırmıştır. Bu oran da çok iyidir. Bunu niye söylüyorum, İMF programlarında olduğu gibi bu defa ihracatımız saman alevi gibi yanım sönmeyecektir. Gerekli makine ekipman yatırımı yapılmış ve üretim için kapasite sorunumuz bulunmamaktadır. Buradaki gelişmeler, ihracata dönük imalat ve turizm sektöründe işçi sayısını ve gelirini de artıracaktır. Böylece İMF programında her zaman en çok bedel ödeyen işçilerimiz, ihracatçı şirketlerimiz ilk kazanan olacaktır. Buradaki gelir artışı, devletin de gelirini artıracaktır. Bu da devletin sosyal harcamalarını borçlanmadan yapmasını sağlayacak ve bu gelişmeden de ilk yararlananların arasında memur ve emeklilerimiz olacaktır.
İMF programında en çok yararlanan sıcak paracıların yerini, onlar kadar olmasa da bu defa mevduatını dövizde tutan vatandaşlarımız alacaktır. Kurların artması ile bu vatandaşlarımız enflasyon karşısında kendilerini korumuş olacaklar, ama kazançları enflasyonla kur artışı arasındaki fark kadar olacaktır. Bunların gelir artışlarını ithalata dönük değil de iç pazara dönük harcamalara yönlendirebilirsek; ülkemiz, çok daha kârlı çıkacaktır. Bunların tüketimi ithalata kayarsa, ÖTV daha da artırılarak harcanabilir gelirden vergiye daha çok pay ayrılmalıdır.
Konu daha da uzatılabilir ancak gerek görmüyorum. Özetle bu programdan ülkemizdeki tüm kesimler yararlanacaktır. Taktik ve politik tedbirlerle strateji değişikliğinin 6 ay içinde tüm kesimlere olumlu yansıdığı görülecektir.
Taktik değişikliklerden en önemlisi, MB’nin ihracat reeskont kredileri ve kredi kartları üzerinden iç varlıklara dayalı para yaratmasıdır. MB, İMF programlarında adeta küçük kan dolaşımı ve suni teneffüs ile para yaratmaktaydı. Sıcak parayı(dövizi) bankalar getirmekte, MB de onlara TL vermekteydi. Bu paraların üreten kesime gitmesi ise sistemin mültezimleri olan bankalar yoluyla yapılmaktaydı. Bunun da maliyete ve enflasyona olumsuz katkısı olmaktadır. MB işlemlerinde yapılacak bir değişiklik ile yaratılan paranın ekonominin kılcal damarlarına kadar yayılması, büyük kan dolaşımı gibi, sağlanacak ve ülkedeki tüm doku tazelenip gürbüzleşecektir. Buna benzer birçok adım atılabilir.
Şayet stratejik değişikliği kararlı şekilde uygular, taktik tedbirlerle bunu devam ettirirsek bu programın insanlarımıza yansımaları en geç Haziran 2022’de görülecektir. Ülkemizin imkân ve kabiliyetlerinin son 19 yılda nereden nereye geldiği ve dünyanın içinde bulunan şartların lehimize olduğu göz ardı edilmektedir. Göz ardı edilmesinin nedeni, ülkemizdeki gerçek veri ve sorunlardan değil, dünyanın dayattığı icat edilmiş verilere dayanarak bakılmasından kaynaklanmaktadır. Ak parti öncesi ortalama büyüme yüzde 2,5 seviyesinde iken son 19 yılda büyüme yüzde 5 olarak gerçekleşmiştir. Aynada başkasının resmine değil, kendi resmimize bakmalıyız.
Dünya pazarlarının lehimize olmadığı doğru bir yaklaşım değildir. Lehimize olduğu gün daha hızlı büyürüz, olmadığı zaman ise yeni tedbirler alır yine büyürüz. Dünyada ÜFE’nin artması Çin gibi ülkelerle rekabetimizde lehimizedir. Çin, ÜFE’deki artışın ihracatını engellememesi için yuan karşılıklarını yüzde 1 düşürürken dolar karşılıklarını yüzde 2 artırmıştır. Bunun amacı, parasının değerlenmesine engel olmaktır. Çin’de başlayan ilk etapta 300 milyar dolar gözüken gayrimenkul krizi de tamamen ticari ve bilinçlidir ve Yuanın değerini düşürmek amaçlıdır. Keza Japonya’nın alt gelir gruplarına 490 milyar dolar gelir aktaracağı da tamamen siyasi ve ticari amaçladır. Dünyanın 3 refah devletinden biri olan ülkede yapılan bu operasyon tamamen yenin değerini düşürmek içindir. Bu konularda ülkemizdeki iktisatçılardan tek kelime duyamazsınız.
Doların değerlenecek olması, sıcak parayı ülkemizden uzak tutacak ve o ülke pazarlarında rekabet şansımızı artıracaktır. Telaşa kapılacak hiçbir durum olmadığı gibi yıldızımızın parlayacağı çok güzel gelişmeler var. Telaşa kapılanlar, eski alışkanlıklarından dolayı bakış açısının yanlış olduğunun farkında değiller. Vatandaşımız korkmasın. Sadece felç olmuş ekonomimiz, 19 yılda yapılan yatırımlarla artık titreyerek kendine gelmektedir.
-Tahmin edeceğiniz soru: Yüksek kur artışı, evet ülkenin sıcak para döngüsüyle ülke kaynaklarının sömürülmesini önler ama Türkiye’nin ithalatının yüzde 70’inin hammadde olduğunu düşündüğümüzde doğrudan maliyet enflasyonu demek ki şu anda etkilerini görmeye başladık?
-İstikrar programlarının bir maliyeti olur. Biz daha önce defalarca yaptık ve programdan sonra ülkemiz daha da geri gitti. Çünkü bu programları yapanların aracı ve niyeti, ekonomiyi iyileştirmek değil kalıcı hasar açmaktı. İsrail, istikrar programına 500 devalüasyon, çok yüksek oranda bütçe fazlası ve ABD’den de her yıl bütçesinin yüzde 3’ü kadar hibe alarak başladı. Kısa sürede enflasyonu yüzde 20’ye düşürdü. Ancak 20’den yüzde 2’nin altına düşürmesi 16 yıl sürdü.
Cari açığın düşmesi ve fazlaya geçmesiyle enflasyon geleceği yerden daha yukarı gidemeyecektir. Stratejiyi destekleyen taktik uygulamaları ne kadar hızlı devreye alırsak o kadar hızlı yol alacağız. Bu varsayımla ben 2022 Haziran’ında olumlu sonuçların hepsini göreceğimizi düşünüyorum. Nitekim Moody’s son açıklamasında ödemeler dengesindeki düzelmeden bahsetti ve durumu teyit etti. 2022 Ocak ayında reyting kuruluşlarının ülkemize bakışı daha da olumluya dönecektir. Ancak bu kuruluşlar, sıcak para ile sağlanan sahte cennette de olumlu puan vermişlerdi, onun için bunların reytingine değil istihdamımızın artışına odaklanmalıyız. Ülkenin soyulmasının önüne geçilmesi ile yabancıların soyamadığı imkân ve kabiliyetlerimiz, kısa sürede herkesin beklentisine cevap verecektir.
Ekonominin azı matematik çoğu; beklenti, umut, duygu ve güvendir. Bunları yönetebilirsek gerçekleşmeler çok hızlı olacaktır.
-Bilgi notunda altyapı yatırımlarından söz ediyorsunuz ancak İstanbul Havalimanı hariç, büyük ölçeklilere bakacak olursak döviz getirici veya döviz ihtiyacını azaltıcı yönde altyapı yatırımları sınırlı. Oysa bizim sorunumuz tasarruf açığı ve dolayısıyla cari açık?
-Ülkemiz altyapı projelerinde geç kalmıştır. Uluslararası piyasaların uygun olması ile ülkemizde verimlilik artırıcı çok kaliteli alt yapı projeleri devreye alınmıştır. İhracatı artırıcı olanlar ve iç maliyetleri düşürücü ve refahı artırıcı olanlar da var. Bunları bir bütün olarak ve gelecekteki kapasiteye göre düşünmek lazım. İhracatı teşvikle artıramazsınız, İhracatın en önemli müşevviği kurlardır. Kurlar dışındaki tüm diğer tedbirler kozmetik unsur sayılır. Ürettiğini satamayacak adama teşvik verseniz ne olur? Bu nedenle ülkemiz teşvik çöplüğüne dönmüş. Kurlar yüzünden teşvikle yapılan yatırımlar bile çalışmamıştır.
Ülkemizde tasarruf açığı yoktur. Düşük kurdan dolayı kâr edemeyen girişimci ve hane halkları, gayri iktisadi tasarruflara yönelmektedir. Altın bunlardan biridir. Döviz de bunlardan biridir. Uzun süre ülkemizde madenciliğin düşük kur ve bürokrasi ile canına okunduğu için ülkemizde herkes altın yok bilirdi. Ve yıllık 150/250 ton altın ithal ederdik, Tabi altın ithal etmek için dövize ihtiyaç var. Kıt kanaat sıcak para ile yüksek faizle topladığımız dövizler de hiçbir üretim değeri olmayan altına gidiyordu. Madenciliğin önü açılıp bürokrasi de hafifleyince yılda 48 ton altın üretir hale geldik. Bürokrasinin gayri millîliğini kaldırsak ülkemizin ihtiyacının tamamını iç üretimle karşılayabiliriz. Bunun gibi onlarca örnek gösterebiliriz. Şayet İsrail ve ABD, İHA verseydi bugün TİHA ve 2 milyar dolarlık İHA/SİHA ihracatına ulaşabilir miydik?
Yeni stratejinin en zayıf halkası, güven unsurudur. Bu projeye güvenecek en önemli kesim girişimcilerimizdir. Ancak 1950’den bu yana girişimcilerimize yürü dedik, ama onları düşük kur ile arkalarından vurduk. Alın terlerini sıcak paracılara peşkeş çektik. Şimdi de uygulanan politika konusunda stratejik değişikliğin gerekli olduğuna inanıyorlar. Sayın Cumhurbaşkanımıza da güveniyorlar, ama bürokrasimizin bu işe engel olacakları konusunda da kendilerinden çok emin konuşuyorlar. 70 yıllık tecrübeleri bunu zorunlu kılıyor. Bence Sayın Cumhurbaşkanımızın aşması gereken en önemli eşik burasıdır.
Başta sanayicilerimiz, turizmcilerimiz, kendine, çoluğuna çocuğuna iş arayan tüm vatandaşlarımız, bu politikanın kararlı bir biçimde uygulanması için Sayın Cumhurbaşkanımızın yanında, arkasında ve önünde yer almalıdır. Yetmiş yıldan bu yana üstümüzde olan deli gömleğini çıkarmalı ve çıkmaz sokaktan sıratı müstakime girmeliyiz.
-Siz önerdiğiniz bu ekonomi yaklaşımına bir isim vermiş miydiniz?
Her yeniliğe bir isim verme alışkanlığı var. Ben bunu medyatik bir enstrüman olarak görüyorum. Ancak buna illa da bir isim vermek gerekirse “Parasının Değerini Düşük Tutan Ülkelere Karşı Yerli Üretimi Koruma Modeli” diyebiliriz.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın söylemlerinden yeni politikanın “Çin Modeli” olduğu iddiasını ileri sürenler gözbağcılığı yapan hokkabazlara benziyorlar. Türkiye Çin’in ve diğer parasının değerini düşük tutan ülkelerin politikalarına karşı kendisini korumaya alıyor.
Bu konu iktidar muhalefet konusu değildir. Aklı başında olan, ülkesinin çıkarını düşünen herkes bu politikaya sahip çıkmalıdır. Yatıp kalkıp bu politikanın başarısızlığına dua edenler, her gün bu politika çıkmaza girsin niyazıyla yazılar kaleme alanlar bir an şöyle geriye çekilip, bu politika başarılı olursa ülkemiz ne kazanır kaybederse ne kaybeder onu düşünmeliler. İddia ediyorum, Türkiye’deki tüm siyasi partiler er geç bu politikayı zorunlu olarak uygulamak ve savunmak zorunda kalacaklardır.
Ekonomi bilmeyen ama her konuda bir fikri olan bazı köşe yazarlarımız, önemli bir keşif yaparcasına “yüksek kur ihracatı artırmaya yetmez” söylemine sarıldılar. Yüksek kurun tek başına ihracatı artırmaya yetmeyeceği, ihracatı artırmanın üretimdeki verimliliğe ve kalite anlayışına, pazar çalışmalarına, dış pazardaki diğer rekabet şartlarına ve daha başka faktörlere de bağlı olduğu herkesçe bilinir. Ama düşük kurun ihracatı ve döviz getirici faaliyetleri destekleyeceğini kim söyleyebilir? Gördüğüm kadarıyla yeni ekonomi politikasının ana mihveri sadece kuru artırmak değil, faizleri düşürüp üretimi ve ihracatı teşvik ederek cari açığı azaltmak ve nihayet ekonomide topyekûn yeni bir yapılanmadır.