Dr.Ayhan Bülent Toptaş yazıyor: 200 yılı aşkın bir geçmişi olan ekonomi biliminin kuralları dikkate alınmıyor. Bu garip fikirler, kararlar ve uygulamalar nereden geliyor? Neden Sürükleniyoruz?
EKONOMİ SÜRÜKLENİRKEN
Ekonomi yönetiminin yanlış kararları, inandırıcılığı olmayan reform paketleri, planları ve açıklamaları, yapılmaması gereken uygulamaları ve tutarsızlıkları sürüyor. Ekonomi yönetiminde ciddi eğitime, kariyer geçmişine sahip olan bazı kişilerin de rol almalarına bir anlam vermek zorlaşıyor. Merkez bankası başkanının sık değişiminin fikir jimnastiği olduğu, faizin enflasyonun nedeni olduğu, ekonominin iyi durumda olduğu iddiaları piyasaları şaşırtıyor. Bunlara TV yorumcuları, YouTuberlar, gazetelerin köşe yazarları hararetli uyarılarla karşılık veriyor. Eski ekonomi bakanı, 128 milyar dolarlık rezervin harcanması ve TCMB’nin rezervsiz kalması, ekonomiyi daha da zora sokan ayırımcı pandemi politikaları ile ilgili kıyasıya eleştiriler yapılıyor, bazıları olanları akıl tutulması olarak değerlendiriyor ve saçını başını yoluyor. Doğal olarak, ekonomi yönetiminin eylemlerinin arkasında bir rasyonalitenin olmadığı ileri sürülüyor ve böylesi bir belirsizlik ortamında varlıkların gelecekteki değerleri konusunda tahminler yapılmaya çalışılıyor. Kur, faiz ve enflasyon yükselmeye devam ediyor. Şeffaflık olmaması ortada çok farklı senaryoların konuşulmasına neden oluyor.
Nasıl oluyor da yaşadığımız ülkenin ekonomisi ekonomi teorilerinden bu derece kopuk bir şekilde yönetiliyor? Neredeyse 300 yılı aşkın bir geçmişi olan merkez bankacılığının birikimi göz ardı ediliyor. 200 yılı aşkın bir geçmişi olan ekonomi biliminin kuralları dikkate alınmıyor. Bu garip fikirler, kararlar ve uygulamalar nereden geliyor?
Neden Sürükleniyoruz?
Bu sorular beni kırk yıl öncesine götürüyor. 1983 Bahar dönemi bizler için Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesindeki son eğitim dönemiydi. Ekonominin aslında her gün içinde yaşadığımız bir gerçek olduğu ve ekonomi biliminin bize sağladığı analiz araçlarının oldukça kullanışlı olduğuna olan inancımız her geçen gün artıyordu. Aldığımız dersler daha ilgi çekici hale gelmişti. Bu derslerden biri de “Kalkınma İktisadı” dersiydi. Dersin hocası oldukça pedagojik, ciddi ve sistemli ders anlatımları ile tanınan Doç. Dr. Orhan Türkay’dı. Derste bir ülkenin ekonomik gelişmişlik düzeyinin nasıl ölçülebileceği ile Harrod-Domar, Solow, Rostow, Arthur Lewis ve diğer önemli iktisatçıların büyüme ve kalkınma teorileri tartışılıyordu.
Hocamız, “Tabii bu okuduğumuz modeller dışında farklı yaklaşımlar da var” diye derse devam etti bir gün. “Size öğretilen ekonomi mantığının işlemediği toplumlar da var. Boeke’nin Endonezya tecrübesi ilginçtir. Boeke, Endonezya’da insanların davranışlarının batıdaki insan davranışlarından farklı olduğunu gözlemliyor. Örneğin; insanlar kendilerine geçimlik bir gelir seviyesi belirlemişler. Bunun üstünde bir gelir elde etmek için çaba sarf etmiyorlar. Hindistan cevizinin bol olduğu yıllarda kendilerine yetecek geliri sağlayacak kadar hindistan cevizini ağaçlardan topluyorlar, kalan hindistan cevizleri ağaçlarda çürüyor.” Hoca böylece bizim içinde yaşadığımız dünyamızdan başka bir dünyanın varlığına dikkat çeken bir yaklaşımdan bahsediyordu.
Boeke ve Dualistik Toplumlar
Julius Herman Boeke Hollanda’lı bir ekonomist. Yoğun akademik ve bürokratik deneyime sahip. Ayrıca İkinci Dünya Savaşında Hollanda’daki Nazi işgaline yönelik direniş hareketlerinin içinde olmaktan da geri kalmamış. “Dualistik toplumlarda Ekonomi ve Ekonomi Politikaları: Endonezya Örneği” adlı kitabında Endonezya’da bulunduğu dönemde yaptığı tespitler ışığında batının ekonomi teorilerinin Asya’nın tarım kökenli toplumlarında geçerli olmayacağını ileri sürer. Boeke’ye göre dualistik toplum batı kapitalizminin ülkeye ithal edildiği ve kapitalizm öncesi tarım toplumunun içine giren, ancak yerli sistemin fazla zarar görmeden bir şekilde kendini sürdürdüğü bir toplum türü. Bu toplumda iki sistem yan yana yaşamını sürdürür. Yerli sistem, modernizasyonun onu çözmeye ve dağıtmaya yönelik gücüne karşı inatçı bir direnç sergiler. Bu inatçı direnç de ekonomik geri kalmışlığın devamına yol açar. Bu çatışmada toplum dejenere olabilir ve fakirlik artabilir. Bu, tabii ki Asya toplumlarının kalkınmasının neredeyse olanaksız olduğunu ortaya koyan oldukça kötümser bir teori.
Teoriye göre prekapitalist tarım toplumu olarak sunulan yerli sistem “köy” tarafından temsil edilmektedir. Boeke’ye göre köy, sosyal ve dini bir topluluktur. Bu toplumda toplum her zaman bireyden önce gelir. Burada faaliyetler kişisel istek ve ihtiyaçlara göre değil toplumsal istek ve ihtiyaçlara göre belirlenir. Topluluğun mutluluğu bireyin mutluluğundan önce gelir. Bireysel istek ve ihtiyaçlar toplum tarafından belirlenir. Tapınaklar evlerden daha fazla saygı görür. Onur zenginlikten, itibar faydadan daha önemlidir. Bu köy topluluğu temelde dinsel ve geleneksel bir birimdir. Sosyal istek ve ihtiyaçlar köklerini dini otorite veya geleneklerden alırlar veya gelenekler veya geleneksel lider tarafından belirlenirler.
Kapitalizm öncesi sosyal sistemde ihtiyaçlar sınırlıdır, kar arayışı yoktur, organizasyon eksiktir ve geleneksel üretim metotları geçerlidir. Onun karşısında ise batılı sistem işlemektedir: İhtiyaçlar sınırsızdır, sonsuz bir kar arayışı, rasyonel organizasyonlar ve bilimsel üretim hüküm sürmektedir. Bu iki sistem sürekli çatışır. Bu bize Rudyard Kipling’in “Doğu Doğudur Batı da Batıdır. Bu ikili hiçbir zaman buluşamaz” sözlerini hatırlatır.
Boeke’nin teorisi tepeden bakan, varsayımları yetersiz bir teori olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte, gelişmekte olan ülkeler için dikkate alınması gereken bir bakış açısını ortaya koyuyor. Türkiye’de dahil olmak üzere çoğu gelişmekte olan ülkede böyle bir yapı olduğu kolayca gözlemlenebilir.
Peki böyle aşılması çok zor bir yapısal sorunla karşı karşıya olan ülkeler bu sorunu nasıl aşmalı? Boeke’nin umutsuz vaka olarak gördüğü bu duruma bizlerin ilginç bulacağı bir yanıt bir Endonezya’lıdan geliyor. Mohammad Sadli Endonezya’nın yetiştirdiği en ünlü iktisatçı ve devlet adamlarından biri. Hem derin teorik bilgisi hem de pratik tecrübesi var. 1957’de yazdığı “Boeke’nin Dualistik Ekonomileri Üzerine Yansımalar” adlı makalesinde üç ülkeye dikkat çekiyor; Türkiye, Japonya ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği. Bu üç ülke de modernleşme çabaları ile dikkat çeken ve bu alanda ciddi bir tecrübesi olan Asya ülkeleri. Modernleşme hareketleri Rusya’da Büyük Petro (9 Haziran 1672 – 8 Şubat 1725) ile başlar ve Sovyetler Birliğinde bir başka iktisadi sistem ile devam eder. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise III. Selim (24 Aralık 1761- 28 Temmuz 1808) ile başlar ve Mustafa Kemal Atatürk (1881-10 Kasım 1938) ile zirvesine ulaşır. Japonya’da İmparator Meiji (3 Kasım 1852- 30 Temmuz 1912) modern Japonya’nın kurucusudur.
Sadli’ye göre, bu üç ülke ve benzerlerine bakarak sosyal gelişim mühendisliği ile modernizasyonu sağlamak mümkün olabilir. Ama bunun başarılı olabilmesi için toplumsal değişimin topluma liderlik edenler tarafından istenmesi gerekiyor. Yani topluma doğru ve ölçülü bir liderlik yapılmazsa başarı şansı çok zor. 1960’larda Walt Whitman Rostow ünlü eseri Ekonomik Büyümenin Aşamaları kitabında Türkiye’nin 1937 ve 1955 yıllarında önemli kalkınma hamleleri gerçekleştirdiğine dikkat çeker.
Bundan atmış yıl önce kalkınma ile ilgili sorunların aşılmasında örnek gösterilen Türkiye’nin bugün böyle bir durumda olması çok düşündürücü. Ekonomik ve siyasal gündemin çok sık değiştiği, her dakika haberlerin ve yorumların izlendiği bu günlerde insan ister istemez bir an durup bunları neden yaşadığımızı farklı bakış açıları ile görmek ihtiyacı hissediyor. Merkez bankası başkan değişikliğinin fikir jimnastiği sayıldığı bu günlerde benim de bu kadarcık bir fikir jimnastiği yapmamın çok görülmeyeceğini umuyorum. Nasıl olsa doların, enflasyonun ya da faizin ne olacağını daha uzun süreler tartışacağız.