Bir dizi fırtına gibi esiyor. Deli bakışlı, öfke kontrol sorunu yaşayan, evine gidince karısını, çocuklarını döven adamın iş hayatındaki ilişkileri “ normal, sağlıklı “ olabilir mi ? Belli ki “ bankada üst düzey yönetici” olarak çalışmakta olan bu adam yönettiği insanlara karşı sabırlı, hoşgörülü, empatik yaklaşabilir mi ? Onların sorunlarını yapıcı bir üslupla dinleyip çözebilir mi ? Mümkün mü ?
Meşhur bir söz vardır, mutlaka duymuşsunuzdur. “ Üç kuruş fazla olsun, kırmızı olsun “ denir…
Kırmızının ( ya da çok istenen, beğenilen bir şeyin ) cazibesine kapılıp daha fazla bedel ödemeye razı gelmenin psikolojisini ( belki de zaafını ) çok iyi yansıtır. Gerçekten de “ kırmızı” bir çok markanın tercihi olmuş, logosundan panosuna ,reklamından, dekoruna çok kullanılan, ön plana çıkarılan bir renktir.
Görsel algımız çok çeşitli renk karmaşası arasında kırmızıya kayıtsız kalamaz, mutlaka seçer. Görür. Gördükten sonra ne yapacağı, ne tepki vereceği ise artık kırmızının daha önce kişinin kendisinde bıraktığı izlere , yani psikolojisine kalmıştır.
Kırmızı Oda yeni yayın döneminde tüm diziler arasından sıyrılıp en çok izlenenler arasına girmeyi başarmış bir dizi. İlgi toplamayı başardı ilk günden itibaren . “ Gerçek hikayeler “ notu ile birlikte anlatılan konular , çok deneyimli bir psikiyatristin notlarından , kitaplarından yola çıkılarak hazırlanan senaryo bir çok kişiyi ekrana çekmeyi başardı. Psikolojiye olan merakımdan dolayı beni de elbette. Çok fazla dizi izlemesem de buna kayıtsız kalamadım. Gülseren Budayıcıoğlu hocayı yıllardır ilgi ile takip ederken bunu atlayamazdım…
Dizide işlenen iki karakter özellikle ilgimi çekti. İki bankacı karı-koca. Her ikisi de çocukluktan itibaren “ şiddet mağduru “ ve evlilikleri de şiddet dolu şekilde devam etmekte. Biri dövüyor, diğeri susuyor. Sustukça sıra çocuklara da geliyor. Dayaktan, sözlü şiddetten çocuklar da nasibini almaya başlayınca kadın kurtuluşu evden gitmekte buluyor. Bir yandan da her ikisi birlikte terapiye devam ediyor ve çocukluk acıları ile yüzleşiyorlar … İyi bir gelir seviyesine, statüsü olan bir işe, kariyere sahip iki yetişkin insan , iş hayatında kendini çok farklı “ konumlandırmaya “ çalışan iki eğitimli insan nasıl olur da bu acıları yaşar, yaşatır, bunlara katlanır diye sorgulamadan duramıyorsunuz izlerken.
Tüm bunların yanısıra, benim artık Paramedya yazarı olmaktan kaynaklı bir mesleki deformasyonum (!) , bu sektörün kanayan yarası mobbinge merhem olma çabamdan kaynaklı farklı bir bakış açım da oluyor ister istemez konuya … izlerken beynimin bir tarafı soruyor , bu deli bakışlı, öfke kontrol sorunu yaşayan, evine gidince karısını, çocuklarını döven adamın iş hayatındaki ilişkileri “ normal, sağlıklı “ olabilir mi ? Belli ki “ bankada üst düzey yönetici” olarak çalışmakta olan bu adam yönettiği insanlara karşı sabırlı, hoşgörülü, empatik yaklaşabilir mi ? Onların sorunlarını yapıcı bir üslupla dinleyip çözebilir mi ? Mümkün mü ?
Diğer taraftan yıllarca babasından , sonra da çocuklarının gözünün önünde kocasından dayak yemiş, korkmuş ve susmuş bir kadın, yıllarca işine yaralarını berelerini saklayarak gitmiş bir kadın … iş hayatında kendisine yapılan haksızlıklara ses çıkarabilir mi ?
Gözümün önünden iş hayatında tanıdığım çok farklı karakterler geçiyor.
Ben konuşurken başını kaldırıp yüzüme bakmayanlar…
Bir maili yazmak için saatlerce uğraşıp kararsız kalanlar…
Sabah sabah iş yerine öfkeden kızarmış bir yüzle girip bir köşeye sinmemize , ses çıkarmadan durmamıza, toplantılarda nefesimizi tutmamıza sebep olanlar…
Köpeği rahatsızlandığı için evde üzgün olan karısını teselli etmek üzere yüzlerce kişinin katıldığı toplantıyı terkeden GMY’ler..
Babasına olan kızgınlığı, öfkesi herkesçe bilinen, her sözü alaycı, tepeden bakan, tikli bölüm başkanları…
Kilolarını kafaya takmış, güzellik uğruna her şeyi yapmış, yine de kendi ile barışamamış, acısını kendi kurumunda “ ötekileştirdiği “ insanlardan, özellikle de kendisine biat etmeyen kadınlardan çıkaran segment müdürleri …
Etrafta “ pasaklı sally “ gibi dolaşan, özbakımını ihmal eden, saçını bile yıkamayan, taramayan, kıyafetleri ile pazar alışverişine çıkmış ev kadını imajı çizen ama lafa gelince “ ben çok çalışıyorum, siz yatıyorsunuz” mesajı veren bölüm başkanından bozma bölge müdürleri …
Evde bekleyen kimsesi olmadığı için tüm çalışanları akşamları saatlerce şubede, bölgede tutan yöneticiler …
Yazdıkça aklıma gelen gelene… Yaptıkları her hareketin gözlemlendiğini ve asla unutulmayacağını biliyorlar mıydı ? Bilseler de umursuyorlar mıydı acaba ?
Hayatımızın çok büyük bir bölümünü geçirdiğimiz iş yerimizdeki huzurumuzu çalanlar, kendi travmalarının tedavisi için bizleri kah yara bandı, kah şamar oğlanı gibi kullananlar, ruhlara açtıkları yaraları bilseler yine de yaparlar mıydı ?
İş hayatının ( özellikle bazı sektörlerde yöneticilik yapma gücü elde edenlerin ) bazı insanlar üzerinde yarattığı öyle travmalar var ki. Bunlar gözardı edilemez. En iyi terapi ise anlatmak, anlattıkça farketmek, farkettikçe yüzleşmek, yüzleştikçe değişmek…
Paramedya hiç bir şey yapmasa bunu yapıyor. Anlatıyor, anlattırıyor, farkettirip yüzleştiriyor bizi acılarımızla… Bazıları diyor ki ; yazıyorsunuz da ne değişiyor ?
Elbette bu sektörün sorunları bizim yazmamızla bitecek gibi değil ama inanın biz yazdıkça ve bize yazdıkça “ bazı insanlar “ için hayat değişiyor.
Kimse kimseyi değiştiremez, herkes isterse ancak kendini değiştirebilir ve siz değiştiğinizde etrafınızdaki herkes bu değişimden ister istemez etkilenir.
Şiddete karşı ses çıkararak, susmayarak, anlatarak, yardım isteyerek kendimizi koruyabileceğimizi öğreniyoruz hepimiz yavaş yavaş. Ağır çocukluk travmaları yaşamış yöneticiler de Kırmızı Oda’dan bir randevu alsınlar bence artık. “Kendini” bilmemek ayıp değil de, öğrenmemek gerçekten çok ayıp.