Kapitalizmin sonu mu ?

Pandemi ekonomik sistemin çarklarını tahrip etti, binlerce fabrika ve işyerleri kapandı. İnsanların işsiz kalıp endişeye sürüklendiği bugünlerde  kapitalizmin sonunun geldiği ya da neoliberalizmin öldüğü fikirlerinin yoğun bir şekilde ortaya atıldığını gördük. Dr.Ayhan Bülent Toptaş yazıyor: Kapitalizimin sonu mu geldi?
Yılbaşından bu yana dünyaya olağandışı zamanlar yaşatan pandemi, uygarlığın alıştığımız tüm sistemlerini zorladı, hatta  bazılarını devre dışı bıraktı. Bugünlerde ise hayati iki sistemin işleyişi dikkatle izleniyor; sağlık ve ekonomi. Pandemi ekonomik sistemin çarklarını tahrip ettikçe, onu yavaşlattıkça, fabrikaların, iş yerlerinin kapanması birbirini izledikçe, insanlar işsiz kalıp büyük bir endişeye sürüklendikçe bir virüs ile baş edemeyen kapitalizmin sonunun geldiği ya da neoliberalizmin öldüğü fikirlerinin yoğun bir şekilde ortaya atıldığını gördük. 
Geleceğe yönelik umutların güçlenmesine katkı sağlamayan bu fikirler yaşamım boyunca edindiğim tecrübeler ve izlenimlerle uyuşmuyor ve geçmişten bugüne ekonomik sistemlerle ilgili bildiklerimi yeniden sorgulamama yol açıyor. 
Sosyalizm Öldü mü?
Vietnam savaşını ilk kez 4 Haziran 1968’de Amerika Birleşik Devletleri (ABD) senatörü Robert Kennedy öldürüldüğünde duymuştum. Henüz 6 yaşındaydım ama bu suikastin hafızamda yer edinmesinin nedeni annemin olaya gösterdiği tepkiydi. Annem bana Robert Kennedy’nin, ölümüne Vietnam savaşının sonlanması için gayret eden bir politikacı olması nedeniyle çok üzüldüğünü söylemişti. Bu olay sonrasında evde annemle babam arasında Vietnam savaşı ile ilgili bir konu açıldığında ben de kulak kabartıyordum artık. Çok uzaklardan gelen bir süper gücün, gücünü ölçüsüzce ve pervasızca kullanarak bölgedeki şiddeti körüklediğinden bahsediyorlardı.
Peki ya dönemin diğer süper gücü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)? Bizimkilere göre, onların da aşağı kalır yanı yoktu ABD’den. Rusya’da ve onun uydusu olan ülkelerde otoriter bir yönetim vardı. İnsanlar siyasal iktidarı özgürce eleştiremiyorlardı. Buna yeltenenler soluğu hapishanede, ya da çalışma kamplarında alıyorlardı. Rusya’nın lideri olduğu Varşova paktı ile ABD’nin lideri olduğu NATO dünyanın sıcak bölgelerinde sürekli birbiri ile didişme halindeydiler.  
Ortaokul ve lise yıllarımda dünyanın birbirine zıt kültürel, sosyal ve ekonomik iki sistem etrafında yoğunlaştığını ve kutuplar arasındaki açık/örtük mücadelenin kızıştığını biliyordum. Aklında bu konularla ilgili soruları olanların cevaplara ulaşabileceği en doğru adreslerden biri olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (Mülkiye) başladığım 1979 yılı, Sovyet tanklarının Polonya’da yükselen ve Lech Walesa’nın liderlik ettiği “Dayanışma” hareketini bastırmak üzere Polonya sınırında toplanması ile başlamış ve Sovyetler Birliğinin Afganistan’ı işgaliyle sonuçlanmıştı. Bizse o yıl fakültedeki ilk ekonomi derslerimizde, kurucusu Adam Smith olan serbest piyasa ekonomisinin temel kavramlarını anlatan “İktisada Giriş” dersi ve ekonomik daralmalara karşı devlet harcamalarının ve para arzının artırılmasını öneren Keynes’in Para, Faiz, İstihdam teorisini basitleştirilmiş şekilde anlatan “Makroekonomi” dersi ile yolumuza devam ediyorduk. Okulun koridorlarında ise Karl Marx’dan çokça söz edildiğini duyuyorduk. 
Fakültenin duayen hocası Mümtaz SoysalAnayasa Hukuku” dersinde “Sosyal Devlet”in ne anlama geldiğini anlatırken Karl Marks’ın görüşlerinden de bahsetmişti.  Marx diyor ki; “Evet kişiler eşit ve özgür doğarlar. Ama ekonomik özgürlüğe sahip değillerse bu eşitliğin ve özgürlüğün hiçbir anlamı yoktur. Fakir bir ailede doğan bir çocuğun özgürlüğü ile refah seviyesi yüksek bir ailede doğan bir çocuğun özgürlüğü aynı değildir. Burada eşitlik de yoktur.” Bana göre bu görüşte hiçbir yanlış yoktu. Hocamızın bu Marx yorumlamasını hayatım boyunca unutamadım. Bu görüş o gün de, 1989’da Berlin duvarı yıkılırken ve Sovyetler Birliği çökerken de benim için büyük anlam ifade ediyordu ve bugün de geçerliğini koruyor. Benim için sosyalizm fiilen olmasa da en azından düşünsel olarak hala yaşıyor.
Neoliberalizm Öldü mü?
Mülkiyede üçüncü sınıfta biraz daha kapsamlı bir makroekonomi dersini almaya başladığımızda hocamız Orhan Türkay bizlere yeni bir ismi tanıttı: Monetarizm okulunun kurucusu Milton Friedman. Ünlü iktisatçıya göre devletin genişletici maliye politikaları ve para politikaları Keynes’in belirttiği gibi ekonominin büyümesini sağlamıyor sadece enflasyonun yükselmesine sebep oluyordu. Enflasyon büyük ölçüde parasal bir olaydı, para arzının artışının bir sonucuydu.  Aslında devletin piyasaya müdahalesinin minimuma inmesi şarttı. Her türlü mal ve hizmetin üretilmesi serbest piyasa koşullarında arz ve talebe göre belirlenmeliydi. Devletin bu sürece müdahalesi sadece verimsizlik yaratırdı.
1993 yılında ABD’ye ekonomi yüksek lisansı için gittiğimde yaptığım ilk iş üniversitenin ekonomi bölüm başkanını ziyaret etmek olmuştu. Çok meşgul olduğu belliydi ama yine de bana on dakikasını ayırmıştı. Kendimi tanıttığım ve program hakkında bilgi aldığım görüşmenin sonuna doğru ona hangi konularda araştırma yaptığını sormuştum.  O da arkadaşı Garry Bowman ile birlikte cezaevlerinin özelleştirilmesi üzerine bir çalışma yaptıklarını söylemişti. “Cezaevleri? Özelleştirme?”. Herhalde yanlış duymuş olmalıydım. Böyle bir şey mümkün müydü? Evet mümkünmüş. Bölüm başkanı ve serbest piyasa ekonomisine sonuna kadar güvenen diğer hocamız bir süre sonra kitaplarını bastılar. Cezaevi hizmeti de alınıp, satılan bilen bir hizmet olarak görülüyordu. Kapitalizmde her şey satılabilirdi.
SSCB dağıldıktan ve Berlin duvarı yıkıldıktan on iki sene sonra Berlin’de çalışmaya başladığımda turistik mağazalarda turistlere taş parçalarının 5, 10 veya 20 Euro’ya satıldığını gördüm. Bunlar yıkılan Berlin duvarının parçalarıydı ve turistlere değerli bir maden gibi satılıyorlardı. Bu, kapitalizmin her şeyi metalaştırabileceğinin ve talep yaratmadaki başarısının çok ilginç bir örneğiydi. 
Yeni Ekonomik Düzen Arayışı
Bugün ekonominin ne üretilecek, nasıl üretilecek, kimin için üretilecek sorularının yanıtlarına tek bir ekonomik yaklaşımın yanıt veremeyeceği büyük bir salgının içinden geçiyoruz. Bizler nasıl ki sosyal mesafeyi korumak, maske takmak ya da sık sık ellerimizi yıkamak gibi tedbirlerle yaşam tarzımızı değiştirerek hayatta kalmanın yolunu bulduysak, ekonomik sistem de bunu yapabilir. Tüm dünyada üzerine titrenen parasal ve mali disiplinin bir kenara konulması, trilyonlarla ifade edilen parasal ve mali genişlemelerin devam ediyor olması, ekonomik sistemi dünyanın yeni koşullarına adapte etme çabalarının en bariz kanıtı. 
Tabii ki içinde yaşadığımız dönemin önceliği neoklasik yaklaşımla infaz kurumlarının özelleştirilmesi değil, bu kurumlarda hastalığın yaygınlaşmasının engellenmesi. Mevcut koşullar özellikle devletin ekonomideki rolünün artmasını, sosyal devlet işlevinin çok daha fazla ön planda olmasını gerektiriyor. Burada önemli olan insanlığın geniş iktisadi sistemler ve düşünceler tarihinin birikiminden her anlamda faydalanarak pandemi krizinin ekonomik tahribatının giderilmesi için değerlendirilmesi. Bugün ihtiyacımız olan, insanların tüm yaşamsal ve kültürel ihtiyaçlarını, yine aynı insanların gönüllü katılımları ile gerçekleştirecek bir sistem. Bu sistem ne özgürlükleri kısıtlayan, despot ve verimsiz bir sosyalizm ne de gözünü kâr hırsı bürümüş, yıkıcı ve acımasız bir kapitalizm. Bugün, herkesin kendi düşünsel konfor alanlarından çıkmasının ve her iki sistemin üstün yanlarını ortaya koyan ve tüm insanlığın ihtiyaçlarına karşılık verecek yeni bir sentez üzerine çalışmanın tam zamanı. 


YAZARIN DİĞER YAZILARI:
 



       
 
Exit mobile version