250 yıllık İktisat Teorisi’nin tam tersi olarak, bu düşünceyi savunan iktisat 1. Sınıf öğrencisinin bir üst sınıfa geçmesi mümkün değildir. Fakat önümüzde öylesine net ve önemli bir gerçek var ki, o da ülkenin ekonomi politikası bu görüşe sahip bir Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğundadır.
Üç haftalık aranın ardından, biriken makro ekonomik verilerin oluşturduğu gündemin analizine kaldığımız yerden devam edelim. Hatırlanacağı üzere, üç hafta önce yazdığımız https://www.paramedya.com.tr/devami/38085/saman-alevi-rallisi’nde İstanbul seçimlerinin ardından Eylül-Ekim ayına dek sürecek, adeta bir “saman alevi” gibi kısa ömürlü olacağını öngördüğümüz iyimser bir dönem yaşayacağımızı ilgili yazımızda belirtmiştik. Bu dönemle ilgili iyimserliğimizin iki ana kaynağı olarak da, FED’in Temmuz Ayında bir faiz indirimine gidebileceği ve enflasyonda yaşanacak “baz etkisi” kaynaklı düşüşün, TCMB’na kısa vadeli faizlerde indirime gidebilme fırsatı yaratacağı öngörüsünü göstermiştik. Nitekim piyasalarda gelişen fiyatlamalar da beklentilerimize uygun seyretmeye başlamıştı. Ancak, Eylül-Ekim aylarına dek süreceğini tahmin ettiğimiz “iyimserlik” sürecinin çok daha kısa süreceğine ilişkin gelişmeler, haftası dolmadan ( TCMB Başkanı Murat ÇETİNKAYA’nın hafta sonu alelacele çıkartılan bir Cuhmurbaşkanlığı Kararnamesiyle görev süresinin dolmasına 10 ay bulunmasına karşın kanuna aykırı şekilde görevden alınması) peş peşe ortaya çıkmaya başladı. TCMB Başkanının Eylül-2018 Para Politikası Kurunu ( PPK ) toplantısının ardından kısa vadeli faizlerde % 6,25 baz puanlık artışa gitmesinin hükümetin başı olan Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ı çok kızdırdığına ilişkin duyumlar herkesin malumu idi. Ancak o günkü konjonktür ve piyasalardaki sert dalgalanmaların etkisiyle kamuoyu önünde bu kızgınlığını frenlediği ve uygun zamanı kolladığına ilişkin yorumlar da kulislerde dile getirilen düşüncelerdi. Nitekim, Sn. Cumhurbaşkanı hiç birimizi yanıltmadı ve 24 Haziran 2018 den önce o zamanki Ekonomiden sorumlu Başbakan Yrd. Mehmet Şimşek ile gittiği Londra’da katıldığı bir TV Programında dile getirdiği “Faiz Enflasyonun nedenidir” görüşünü bir kez daha bu kez TCMB Başkanını görevden almadan önce yaptığı AKP Meclis Grubu Toplantısı’nda tekrarladı. Uzun uzun bu konunun teorik tartışmasına girmeden özetle şunu söylemeliyiz ki; 250 yıllık İktisat Teorisi’nin tam tersi olarak, bu düşünceyi savunan iktisat 1. Sınıf öğrencisinin bir üst sınıfa geçmesi mümkün değildir. Fakat önümüzde öylesine net ve önemli bir gerçek var ki, o da ülkenin ekonomi politikası bu görüşe sahip bir Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğundadır. Geçtiğimiz yıl bu görüşünü TV programında dile getirdiğinde piyasalarda yaşananlar herkesin malumudur.
Peki Bu Kez Neden Dolar Hala Patlamadı ve Piyasalar Neden İyimser?
Bu soruyu sorduğunuzu ve yanıtını da merakla beklediğinizi tahmin ederek, açıklamaya çalışalım: Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, bundan önce yaşanan krizlerle, şu anda içinde bulunduğumuz krizin arasındaki bariz farkı belirtmeliyiz. Bu da sahip olduğumuz Kur Sistemi’dir. Dalgalı Kur Sistemi, ülkenin yerel parasının değerinin piyasa tarafından arz ve talebe göre belirlendiği, TCMB’nın da bu değerin istikrarlı bir şekilde piyasalarca belirlenmesi için Para Politikası Araçlarını kullandığı ve yerel paranın değerinin zaman içerisinde dalgalandığı bir sistemdir. Bu sıkıcı tanımı bir metaforla açıklamak gerekirse; Sabit Döviz Kuru Sistemi: Kurbağanın kaynamış su ile dolu kazana atılmasına, Dalgalı Kur Sistemi de soğuk su ile doldurulmuş ve altı yavaş yavaş ısıtılmış aynı kazanın içine atılmış kurbağanın durumuna benzetilebilir. Yani, piyasada dalgalanmasına izin verilen yerel para, zaman içerisinde değer kaybettikçe, vatandaşlar fakirleştiklerinin farkına varamamakta ve bu duruma zaman içerisinde uyum sağlamaktadırlar. Fakirleşme bir sürece yayılarak gerçekleştiğinden, sürekli bir alım ve satım fırsatı yaratmakta, değer kaybı kimi zaman hızla gerçekleşmekte, kimi zaman da kısa süreli iyimserliklerle yavaşlamaktadır. Ancak, yerel paranın değer kaybı, eğer ülkedeki ekonomi politikaları yanlışsa ( ki ülkemizde doğru olduğuna dair herhangi bir emare bulunmamaktadır), genel trend sürekli kötümser seyretmekte ve zaman zaman kimi piyasa oyuncularının karlarını realize etme ya da başka saikler nedeniyle iyimserleşmelerine sebebiyet vermektedir. İşte Temmuz-Ekim döneminde yaşadığımız bu iyimserlik döneminin ve USD/TL Kurunun yatay seyretmesinin sebebi budur. Düşünün TCMB sahip olduğu politika araçlarını, hükümetin kısa vadeli hedeflerini tutturabilmek uğruna, kurum itibarını bir kenara bırakma pahasına tamamen el yordamıyla ve “ya tutarsa” mantığıyla sürdürmektedir. Ulusal ve Uluslararası Rezervler, şeffaflıktan uzaklaşmış ve sadece kur hedefine odaklanılmış bir şekilde “sıfırlanmış” hatta (-) seviyelere ulaşmıştır. Buna rağmen TCMB piyasalara döviz satmaya devam etmektedir. Peki rezervi iddiamıza göre “0”lanmış ve hatta negatife dönmüşken TCMB nasıl hala piyasalara döviz satabilmektedir? Cevap basit: Vatandaşların DTH hesapları karşılığında bankaların TCMB nezdinde bulundurmak mecburiyetinde oldukları “Zorunlu Karşılıklar” kullanılarak. Enflasyon ve düşük reel faiz endişesiyle birikimlerini dövizde tutan vatandaşlarımız da “kur neden yükselmiyor” diye düşünüp dursun, kendi dövizleri ile TL’nin değeri yükseltilmeye ya da sabit tutulmaya çalışılıyor. Enflasyonun baz etkisi ile düşeceği hesabını sadece piyasa profesyonelleri yapmıyor elbette. TCMB’nda görev yapan ve çok sıkı okullarda eğitim almış bir sürü kıdemli bürokrat da bu tabloyu çok çok iyi biliyor. Oynadıkları bu kumarı kazanabileceklerini düşünerek, aslında hiçbir zaman almayacakları bir riski göze almış görünüyorlar.
TCMB Oynadığı Kumarı Kazanabilecek mi?
Bunun için iki şartın aynı anda gerçekleşmesi gerekiyor. Birincisi, birikimlerini bankalarda döviz olarak tutmaya devam eden yatırımcıların bu kararlarını sürdürmelerine ve bunun için hükümetin uygulayacağı ekonomi politikalarının kaybolan güveni geri getirmesine ( ki, yukarıda açıkladığımız ve bugüne kadar neşrettiğimiz yazılarımızda belirttiğimiz üzere güvenin yeniden tesisi pek mümkün görünmüyor), İkincisi TCMB’nın 25 Temmuz PPK Toplantısı’nda açıklayacağı faiz indiriminin piyasa beklentilerinin doğrultusunda ölçülü ve kademeli olmasına. TCMB, eğer enflasyonda yakalanan bu düşüş fırsatını yeni Başkanın göreve getirildikten sonra yaptığı açıklamasının satır aralarında belirttiği ve bizce Cumhurbaşkanı’nın söylemleri doğrultusunda hareket edeceği izlenimini veren yüksek oranlı bir indirime gidecek olursa, yüksek faiz nedeniyle son bir yıldır katlanılan kötü ekonomik performansın telafisi için oluşan fırsatın kaçırılmasına, hem de başta döviz kurları olmak üzere piyasaların ve reel ekonominin yeni bir dip yapmasına neden olacak gelişmelere yol açacaktır.
Makro Ekonomik Verilerde Henüz Toparlanma Görünmüyor
Böyle düşünmemize neden olan, makro ekonomik verilerdeki gelişmelerin hala düzelme emareleri göstermiyor oluşudur. Enflasyonda baz etkisiyle yaşanan düşüşün haricinde, Haziran Ayı Konut satışlarında bir önceki yıla göre %48 düzeyinde gerçekleşen düşüş, otomotiv pazarında yaşanan %45’lik daralma işlerin sanayide hala çok kötü gittiğine işaret etmektedir. Mayıs-19 Cari İşlemler Dengesi 154 Milyon USD fazla vererek, ekonomide daralma sürecinin henüz tamamlanmadığına (büyüme modelimizin cari açık vermeye dayalı oluşundan), işsizlik rakamlarının Mart ayındaki %14,7’lik seviyesinden Nisan ayında %13 seviyesine düşerek yavaşlamasına karşın, mevsim etkilerinden arındırıldıktan sonra artma eğilimine devam ettiğine şahit olmaktayız.
Bütçedeki Delikler Artmaya Devam Ediyor
Haziran Ayı Bütçe verilerinin 12,6 milyar TL’lik ilave açık vermesi ile Ocak-Haziran Bütçe Açığının 78,6 milyar TL’ye ulaşarak 2019 yılı hedefi olan 80 milyar TL’nin yılın ilk yarısında gerçekleşmiş olması karşısında önlem olarak; TCMB “Olağanüstü yedek akçesinin” bütçeye gelir yazılması gibi piyasayı bozucu ( orta-uzun vadede para arzı artışı ile enflasyona sebep olması), imar barışı uygulamasının uzatılması (bir defaya mahsus gelirler), yurtdışı varlıkların yurtiçine getirilmesinin teşvik edilmesi ( ahlaki çöküntüye sebebiyet) ve her şeyden önemlisi işçi memur ve emeklilere enflasyonun altında ücret artışları ile, kamunun üreticisi ve dağıtıcısı olduğu mal ve hizmetlere yapılan zamların ( maliyet enflasyonu) ekonomideki vergi adaletsizliğini derinleştiren uygulamalarla bütçe açıklarının kapatılmaya çalışılmasına karşın, kamu harcamalarının ve devletteki israfın azaltılmak bir yana aynı hızla devam ediyor olması kötümser bakış açımızı değiştirmemize sürekli engel olmaktadır. Vergi gelirlerimizin ağırlıklı olarak “Dolaylı Vergiler”den oluşması, yılın ikinci çeyreğinde de küçüleceği neredeyse kesinleşen ekonominin, bütçe gelirlerine yılın kalanında katkı yapmasını güçleştireceği kanımızı güçlendirmektedir. Bu durum, yılın ikinci yarısında da bütçe açıklarının finansmanının sorun olmaya devam edeceğine ve Hazine’nin her geçen zaman zorlaşan dışarıdan borçlanma olanaklarının yerine iç borçlanmaya ağırlık vermesine ve bu tercihin de tahvil faizleri üzerinde yukarı yönlü baskılara yol açacağını öngörmemize sebep olmaktadır.
Yapılandırma Paketleri Reel Kesime Deva Olabilecek mi?
Reel Sektör borçlarının yeniden yapılandırılması suretiyle ilave 400 milyar TL’lik yeni bir programın yürürlüğe gireceğinden söz edilmekle birlikte bu yeni paketin kaynağının ne olduğunun belli olmaması karşımızdaki en büyük soru işaretidir. Bir diğer önemli sorun da, bundan önceki yapılandırmalara karşın ayağa kalkması mümkün olmayan şirketlere kullandırılacak bu kaynakların boşa gidecek olmasının, içinde bulunduğumuz krizden çıkışı uzatacak olmasıdır. Asıl risk, geri dönmeyeceği neredeyse kesin olan ilave kaynakların bankacılık sektöründe yaratacağı zafiyet ve batık şirketlerin yükünün bütçe yoluyla halkın sırtına binecek olmasıdır. Bizce kaynak israfına yol açacak bu yöntem yerine, kurtulması imkansız olan, verimsiz, teknoloji üretmeyen ve rekabeti bozan bu şirketlerin batmasına göz yummaktır. İlk aşamada istihdamda yaratacağı olumsuzluklar nedeniyle karşı durulacak bir öneri olsa da, sistemin kalanını düşünerek böyle bir adım atarak vücudun kangren olmasına izin vermemek en mantıklı çıkış yoludur. Lakin bu yolun seçilmeyeceğine inancımız da neredeyse kesine yakındır.
Yabancı Yatırımcı Gelir mi?
Tüm yukarıda saydığımız kötü verilere bakarak ve düzelme işaretlerini de göremediğimizi de hesaba katarak, siz yabancı yatırımcı olsanız yatırım yapmak için Türkiye’yi tercih eder miydiniz? Eh cevabınızı duyar gibiyiz. Nitekim onların da, bu geçici iyimserliği zararlarını minimize etmek için kullanacaklarını, edebiliyorlarsa da kar elde etmek isteyeceklerini ve faiz indirim oranını müteakiben pozisyonlarını netleştireceklerini öngörebiliriz. Zaten yabancıların döviz piyasasından neredeyse tamamen çekildiklerini, hisse senetleri piyasasında yaşanan yükselişleri satış fırsatı olarak gördüklerini, zaten tahvil piyasasındaki paylarının %10’lar düzeyine gerilediğini de düşünürsek, kredi derecelendirme kuruluşlarının üst üste gelen not indirimlerinin ardından borç vermekte de iyice çekimser davrandıklarını BDDK tarafından açıklanan rakamlardan gözlemleyebiliyoruz. Yurt dışından sağlanan krediler tarafında, 12 aylık kümülatif verilere göre Mayıs ayı itibarıyla bankacılık sektörünün uzun vadeli borç çevirme oranı kredi talebindeki yavaşlamaya paralel olarak %65 ile Kasım 2009’dan bu yana en düşük seviyeye indi. Söz konusu oran diğer sektörlerde %116 düzeyinde gerçekleşti.
Saman Alevi de olsa ateş ateştir, elimizi sokmaktansa temkinli davranıp maşa ile tutmakta fayda var, yoksa yanıp kül olmak da var.
Erden Armağan ER
erdener1970@gmail.com