Üstad Ahmet Can Ayışık, çok özel makaleleriyle Paramedya.com.tr de yazıyor. Demirbank’tan günümüze nasıl gelindi. İbretlik ders niteliğinde bir yazı.
Ey evlad-ı vatan;
Sen ki ata toprağının sınırlarını korumak uğruna gözünü kırpmadan şehit oldun, gazi oldun,
Ey evlad-ı vatan;
Sen ki ata toprağını ekmek, biçmek ve topraktan üretmek uğruna yoksul kaldın, yolsuz kaldın,
Ey evlad-ı vatan;
Sen ki Türk ekonomisinin milli üretim gücünü yükseltmek için namusunla çalıştın, işsiz kaldın, yoksul kaldın,
Ey evlad-ı vatan;
Sen ki bu ülkenin milli çıkarları için sermayeni, aklını ve emeğini ortaya koydun, satıldın, suçlandın, yalnız kaldın,
Ey evlad-ı vatan;
Bu yazı evlad-ı vatan olmaktan onur duyan biri tarafından yazıldı, bütün “evlad-ı vatan” olan Türk çocuklarına ithaf edildi.
A.Can AYIŞIK
Gelişmiş ülkeler başları sıkıştığında kendi şirketlerini korumak için kamu fonlarını çekinmeksizin kullanırken ve açık bütçe uygulamasına sonuna kadar başvururken, gelişmekte olan ülkelere bu politikaların tam aksini uygulamaları için baskı yapmaktan kaçınmıyorlar.
Yazımıza bir gelişmiş ülke örneği ile başlayalım…
2008 yılında ABD Hazinesi TARP (The Troubled Asset Relief Program-Sorunlu varlıkların Kurtarılması Programı) adıyla bilinen finansal kurtarma programını uyguladı. Program, bankalarca geri çağrılan kredilerin reel sektörde yol açabileceği iflas dalgasının önlenmesi amacıyla ABD hazinesine 475 milyar dolarlık bir kurtarma operasyonu imkânı sağlıyordu. TARP’ın 2008-2010 yılları arasındaki uygulamasında, 245 milyar doları bankalara istikrar kazandırılması, 27 milyar doları kredi imkanlarının genişletilmesi, 80 milyar doları ABD otomotiv endüstrisinin kurtarılması, 68 milyar doları AIG, 46 milyar doları vatandaşların ipotekli mallarının kendi ellerinde kalması için kullanıldı.
Oysa 2000 yılında Türkiye’de milli sermayeli Demirbank’ı iflasa götüren süreçte, o zamanki iktidarın kamu fonlarını kullanarak söz konusu bankayı kurtarması bir kısım dış ve iç odaklarca engellenmişti.
Demirbank Olayına Özet Bakış
Bilmeyenler için çok kısaca Demirbank olayına değinelim.
2000 Yılında Türkiye’de meydana gelen finansal krizi Demirbank’ın iflası tetiklemişti. Demirbank, aslında aktif kalitesi kötü olan bir banka değildi. Çöküş nedeninin temelinde çok kısa vade ile topladığı kaynakların uzun vadeli devlet iç borçlanma kağıtlarına yatırılmış olması gibi bir aktif–pasif uyumsuzluğu sorunu yatıyordu. Bu duruma biz geçici likidite sıkıntısı diyoruz.
Türkiye, 1999 yılında IMF ile 4 milyar dolarlık borç anlaşması yapmış, dolar kuru stabil hale gelmiş, enflasyonda bir miktar düşüş sağlanmış, Hazine’nin oldukça düşük faizler ile borçlanabildiği bir noktaya gelinmişti. Faizlerin yükselmeyeceği öngörüsüyle Demirbank, hazine ihalelerinde sektörün büyük oyuncuları ile rekabet ederek önemli boyutta hazine kâğıdı almaya başlamıştı. Böylece 2000 yılına gelindi.
İktidarda DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti vardı. Bence burası da önemli!
İddia o ki, 2000 yılı yaz aylarına gelindiğinde büyük oyuncu durumundaki bir kısım (!) bankalar bono piyasasında pozisyon değiştirerek satıcı olmaya başladılar. Bankacılar bilir, bonoların arzı artınca fiyatı düşer faizi yükselir. Yine iddia o ki, Demirbank da olası bir faiz yükselişini önleyebilmek ve zarar etmesine yol açacak faiz yükselişini engellemek için, gecelik piyasadan borçlanarak sağlamak zorunda kaldığı fonları kullanarak piyasadaki en etkili alıcı pozisyonuna geldi.
Bu, söz konusu bankanın hem repo hem de bono piyasasındaki faiz yükselmelerinden çok daha fazla etkilenebilecek hale gelmesi demekti.
Banka, diğer yandan oldukça yüksek faizle mevduat toplamaya da devam ediyordu.
Ardından çok büyük bir yabancı bankanın “Türkiye’de faizlerin yükseleceğine” yönelik raporunun yayınlanmasıyla gerilen ip koptu. Raporu bahane eden yabancı fonlar bono portföylerinde satışa geçerek dövize döndü. Piyasadan bu satış sonucu çekilen döviz miktarının 2 milyar dolara yakın olduğu söylenir. Böylece piyasalar kasım ayında bir anda karıştı. Borsa çakıldı, döviz fırladı, bono ve repo faizleri uçtu.
Böyle bir ortamda bankalar arası piyasada işlemler durma noktasına geldi ve yabancı yatırımcı kaçışı başladı.
Demirbank düşen bono değerleri ve yükselen faizler nedeniyle iki taraftan darbe yiyerek öz sermaye kaybı yaşamaya başladı. Sonunda, TCMB ve piyasalardan kaynak bulamayarak Aralık 2000’de TMSF’ye devredildi.
Bülent Ecevit’in Başbakanlık’ındaki zamanın hükümeti büyüyen kriz ortamında son çare olarak IMF ile 10 milyar dolarlık yeni bir borç anlaşması yapmak zorunda kaldı ve piyasalar bu anlaşmanın ardından duruldu.
Bana sorarsanız Demirbank olayında bir “finansal sermaye hesaplaşmasının” söz konusu olma ihtimali yüksek görünüyor.
Sonuca bakarsanız, kimlerin kimlerle hesaplaştığını tahmin edebilirsiniz…
Bankacılık Sektörünün ve Türk Ekonomisinin Neoliberal Dönüşümüne Yönelik Görüşler
Demirbank iflası ile başlayan sürecin devamında Türk bankacılık sektöründe çok önemli bir yeniden yapılanma dönemi başladı. Türk bankacılık sektöründeki yabancı sermaye payı yükseldi ve pekişti. İngiliz, İtalyan, Fransız, Hollanda, Belçika, ABD, Yunan, İspanyol sermayeli bankalar Türk bankalarını kısmen ya da tamamen (büyük pay olarak) satın aldılar.
2002-2008 yılları arasında yerli banka statüsünden çıkarak yabancı banka statüsüne giren bankalar Denizbank, Türk Dış Ticaret Bankası, Finansbank, MNG Bank, Oyakbank ve Tekfenbank’dır. Bu bankalardan bazıları yabancı sermayeye satıldıktan sonra isim değiştirmişlerdir. Örneğin satış sonrası Türk Dış Ticaret Bankası’nın ismi Fortis Bank, MNG Bank’ın ismi Turkland Bank, Oyakbank’ın ismi ING Bank ve Tekfenbank’ın ismi Eurobank Tekfen olarak değişmiştir.
Bütün bunları kendi değer yargılarımdan bağımsız objektif tarihsel ekonomik gerçeklikler olarak yazmak durumundayım.
Fakat, bence asıl önemli değişiklik 2000’li yıllardan başlayarak “Türk bankacılık sisteminin üretim finansmanından tüketim finansmanına odaklanır hale dönüşmesinde” olmuştur. Söz konusu dönüşümün özellikle hane halkı borçluluğunda yarattığı hızlı artış ve bu durumun Türk toplumu üzerinde yarattığı olumlu/olumsuz etki değerli okuyucunun dikkatinden kaçmayacaktır.
Aslında, Türkiye’nin ekonomik dönüştürülme süreci için fitil 12 Eylül 1980 darbesiyle ateşlenmiştir. 1980-2000 yılları arasında Türkiye’de uygulanan neoliberal ekonomi politikası ile “Türk tüketicisinin ertelenmiş tüketimlerinin ve gelecekteki potansiyel tüketimlerinin öne çekilmesi” operasyonuna start verilmiştir.
Dönüşüm operasyonunun ikinci kısmı ise 2000’li yıllarla birlikte hız kazanarak devam etmiştir. Bu dönemde Türk halkının yabancı bankacılık kültürü şırıngalı ve bol tüketim kredisi üflemeli borçlandırılma süreci artık tamamen devredeydi.
Türkiye Bankalar Birliği verilerini esas alarak hazırladığım aşağıdaki tablo 1980 sonrası Türk bankacılık sektöründeki yabancı sermaye dönüşümünü açıklıkla ortaya koyuyor sanırım.
Türk Bankacılık Sektöründe Sermaye Dönüşümü (Adetsel Dağılım Bazlı) | 1980 | 2000 | 2015 | 1980-2015 Dönüşüm % |
Mevduat Bankaları | 40 | 61 | 34 | -15,00% |
Kamusal Sermayeli | 12 | 4 | 3 | -75,00% |
Özel Sermayeli | 24 | 28 | 9 | -62,50% |
Yabancı Sermayeli | 4 | 18 | 21 | 425,00% |
TMSF Devir | 0 | 11 | 1 | D.Dışı |
Kalkınma ve Yatırım Bankaları | 3 | 18 | 13 | 333,33% |
TOPLAM BANKA SAYISI | 43 | 79 | 52 | 20,93% |
1980 Yılında başlayan dönüşüm sürecinde 4 olan yabancı sermayeli banka sayısı, 2015 yılında 21’e ulaşarak %425’lik bir artış patlaması yaratmış. Buna karşılık kamusal+özel sermayeli (milli sermayeli) banka sayısı toplamı 1980 yılındaki 36 adetten, 2015 yılına gelindiğinde 12’ye düşerek %67 oranında bir gerileme oluşturmuştur.
Dolayısıyla, Türk üretici ve tüketicisinin borçluluk düzeyini hızlı şekilde yükseltmeyi başaran yurtdışı finans sermayesi ve ülke içindeki aracılarının yüksek seviyede kar etmekten duymuş olduklarını tahmin ettiğim büyük mutluluğun kaynağı böyle bir tablo olmamalıydı bence.
Dahası, topyekûn başlatılan inşaat seferberliğiyle, neredeyse her mahalleye yeni bir AVM çılgınlığı, aslında artan mağaza ve personel maliyetleri ile gelecekte daha da hızla yükselecek olan bugünkü enflasyon oranlarına zemin hazırlamaya o tarihlerde başlamıştı.
Yanısıra, tüketim eğiliminin finans ve reklamcılık sektörü aracılığıyla aşırı derecede uyarılmasına yönelik eylem planları ve ülke iktidarının “inşaat sektörü” bazlı büyüme stratejisi birleştiğinde patlamaya hazır oldukça büyük ekonomik balonlar oluşacağını görebilmek için müneccim olmaya da gerek yoktu.
Ben ilke olarak yabancı sermayeye karşı değilim. Ancak, deregüle (kuralsızlaştırılmış) edilmiş gelişmekte olan ulusal ekonomilere tamamen neoliberal ekonomik yaklaşım kapsamındaki yabancı sermaye girişlerinin bu ülkelerin “bebek endüstrilerinin” ulusal bazda gelişme şansını tamamen yok ettiğini düşünüyorum.
Ulusal/milli bebek endüstrilerinizi kaybederseniz endüstrileşemezsiniz. Endüstrileşemezseniz de kalkınamazsınız.
Bu anlamda, Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadarki yabancı sermaye yatırımları ve özelleştirme hikayesinin tamamına baktığımda, genellikle kilit nitelikli ulusal üretim sektörlerinin yeterince korunamadan uluslararası rekabete açılarak heba edildiğini görmekten büyük üzüntü duyuyorum.
Evet…
Değerli okuyucu şunu iyi bilmeli: Türk ulus ekonomisinin 1980’lerde hız kazanan dönüştürülme sürecinin önemli dört ayağından biri Türk halkını borçlandırmak, diğeri reel sektör borçluluğunu çok daha üst seviyelere taşımaktı. Üçüncü ayak “özelleştirme” ve dördüncü ayak ise deregülasyon (Gümrük kısıtlamalarının yumuşatılması, sübvansiyonların kaldırılması vb.) ile ülke piyasalarının uluslararası sermaye hareketlerine imkan verecek hale getirilmesiydi.
Emperyalizm hep böyle yapar: “bir taşla çok kuş vurur.”
O nedenle “vurulduk ey halkım unutma bizi” diyen “evlad-ı vatan” aydınları uluslararası emperyalizm işbirlikçileri ile vuruşarak ve gözlerini kırpmadan ölüme koşarlarken, yanlarında ve izlerinde olanlar yine bir avuç “evlad-ı vatan”dı…
Biz de yazıyoruz o “evlad-ı vatan” için!
Emperyal güçler ve onun en önemli uzantısı durumundaki uluslararası finansal sermaye, gelişmekte olan ülkelerdeki dönüştürme operasyonlarını daha kolay hale getirebilmek adına hedef ülke içinde kendi amaçlarına uygun hareket edebileceği yerel güç odaklarına ihtiyaç duyar. Ben bu nitelikteki yerel güç odaklarını “masonik yapılanma” kavramı ile anlatmaya çalışıyorum yazılarımda.
Sözgelimi, Türkiye’deki FETÖ örgütlenmesi de tam bu anlamda bir masonik yapılanmadır. Masonik yapılanma unsurlarının ille bir dine ve millete bağlı olması gerekmez. Her dinden ve milletten unsurların ortak sınır ötesi amaçlar doğrultusunda işbirliği için bir araya getirilmesiyle her görünüşte bu tür yapılanmalar oluşturulabilir.
Ancak, hiyerarşinin en tepesindeki talimatlar ve kontrol daima ulus ötesi düzeyde gerçekleşir. Dolayısıyla da ulus ötesi çıkarlar daima ulusal/milli çıkarlara üstün tutulur. Bunlar ekonomik olur, siyasal olur, askeri olur vs.
Bu tür örgütlenmelerdeki bir başka önemli husus da gerçek hizmet edilen amaç konusundaki gizliliktir. Masonik yapılanma unsurlarının sadece en üst düzeyindeki çok küçük bir grup dışındaki diğer mensuplarının büyük kısmının gizli tutulan asıl örgütsel amaçlardan haberleri bile yoktur. Bu tür yapılanmaların hemen tamamında, mensuplarının büyük kısmını etkileyebilecek nitelikte çok masumane, etik ve ortak değerlerine seslenen görünürde yaklaşımlar geliştirilir. Böylece çok sayıda üyenin saflığından yararlanılır.
Yani, yazdıklarımdan masonlukla ilgili okuyucunun tamamı alınmasın. Benim de sevdiğim nice mason arkadaşlarım var. Ben aramızdaki konuşmalarımızda söz edince, genellikle “biz bir kardeşlik ve yardımlaşma örgütüyüz” diyorlar. Ben de onlara “kaçıncı derecede olduklarını soruyorum.”
Dediğim gibi burada anlatmak istediğim farklı bir şey…
Şirket/ülke yönetim ve paydaşlarının uluslararası piyasalarda milli öncelikli rekabet sağlamaya yönelik ekonomik politikalardan vazgeçtikleri her durumda “masonik yapılanma”dan şüphe ederim ben. Milli piyasanızdaki milli öncelikli üretim/hizmet sürecinizi gözünüzü kırpmadan sınır ötesi danışmanlıkların önerileri doğrultusunda yeniden yapılandırdığınız her durumda şirket ve organizasyonlarınızda “masonik yapılanma” işin içinde olabilir.
Gelelim emperyalizmin bir taş ile vurmayı amaçladığı çok kuşlara…
Kuşlardan birincisi, ellerindeki bol likiditeyi hızla kullandırdıkları krediye dönüştürerek bizim üzerimizden güzel para kazanmaktı. Kazandılar…
Kuşlardan ikincisi, Türk üreticilerini borçlandırarak kendilerine mahkûm hale getirmekti. Şirketlerin borç/faiz kıskacına sokulup işe yarar görülenlerin son derece kelepir fiyatlar ile ele geçirilmesine zemin hazırlamaktı. Başardılar…
Kuşlardan üçüncüsü, ulusal piyasaya hızla soktukları büyük döviz miktarı ile Türk parasının olması gereken düzeyden daha değerli halde tutulmasıydı. Bunun doğal sonucu ulusal piyasamızın ürettikleri mallar için iyi bir pazar haline gelmesiydi. Ve bu da gerçekleşti. İthalat patladı. Türk ihracatçısı ise bu dönemde çok daha büyük miktarda mal ve hizmet ihraç edebilecek potansiyele sahipken bunu yapamadı.
Kuşlardan dördüncüsü, üretici ve tüketicileri yüksek borçluluk seviyesine getirilen devlet tüzel kişiliğinin de mevcut borç yükünün çevrilebilmesi için bir noktadan sonra doğrudan devreye girmesiydi. Şimdi bu aşamadayız.
Kuşlardan beşincisi özelleştirmenin tamamlanmasıydı. Özelleştirme, ulusal devlet organizasyonunun ekonomideki etkinliğinin azaltılmasına yönelik bir operasyon olarak gelişmiş ülkeler tarafından her zaman önde gelen borçlandırma anlaşması şartlarındandır. Ulusal ekonomilerdeki devlet etkisi azaltılmalıdır ki, doğan boşluk uluslararası finansal sermaye tarafından rahatlıkla doldurulabilsin. Gelişmekte olan ekonomilerdeki reel sektör kontrol altına alınabilsin…
1980’li yıllardan itibaren dünya düzeyinde artan sermaye akışkanlığı Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin ulusal piyasalarını istediği gibi şekillendirebilir hale gelmiş durumdadır. Artan sermaye akışkanlığı karşısında milli ekonomisini koruması gereken gelişmekte olan ekonomilerdeki devlet yapılanması, ne yazık ki bunu başarmakta zorlanır hale gelmiştir.
Ülkemize yönelik neoliberal operasyonda, Türk milli bankacılık sisteminin iyi bir sınav veremediğini düşünüyorum.
Belki siz farklı düşünüyorsunuzdur!
Olabilir…
Sonuçta, ülkemizde özellikle 2001 krizi sonrası izlenen politikalar ile başta konut ve otomobil olmak üzere tüketim harcamaları aşırı ölçüde teşvik edilerek, tasarruf etmek yerine tüketim yapmayı çekici hale getiren bir ekonomik ortam egemen kılınmıştır. Bankacılık sektörünün fon-kaynak maliyetinin düşük olması ve göreli olarak yine küresel likidite bolluğu nedeniyle finans kuruluşları ve şirketlerin yabancı para cinsinden yurt dışı fonlara yönelmesi de bu eğilimin besleyici kaynağı olmuştur.
Böylece, hane halkı, artık banka bilançolarının pasif tarafından (fon kaynağı), daha çok aktif tarafı (fon kullanımı) için önemli hale gelen bir fon kullandırım unsuruna dönüştürülmüştür. Evet, çok önemli bir dönüşüm de tam bu noktada gerçekleşmiştir.
Yazdıklarımın doğruluğunu hane halkı borçlanma oranının 2003-2011 dönemine bakarak test edelim isterseniz.
Ne olmuş?
Hane halkı borcunun harcanabilir gelire oranı 2003’te %7,5 iken, 2011 yılında %51,7 düzeyine ulaşmış. 2011 Sonrasına kadar olan tablodaki gelişim dönüşümün şiddet ve yönünü açıkça ortaya koyduğundan sonrasını yazmaya bence gerek yok.
Yazımızın konusu finansal sermaye operasyonları olmadığından burada bırakıyorum. Dileyen okuyucu 1980 sonrasındaki tasarruf ve tüketim eğilimlerindeki oransal gelişimlere de bakabilir. Bankacılık sektörünün kullandırdığı kredilerin tür ve sektörel dağılımının gelişimine de…
Yukarıda örnekledik. Gelişmiş ülkeler başları sıkıştığında kendi şirketlerini korumak için kamu fonlarını çekinmeksizin kullanırken ve açık bütçe uygulamasına sonuna kadar başvururken, gelişmekte olan ülkelere bu politikaların tam aksini uygulamaları için baskı yapmaktan çekinmiyorlar.
Demek ki devletin ekonomideki rolü konusunda günümüzde bile farklı uygulama ve yaklaşımlar söz konusu. Ekonomi ve kalkınma tarihinde ise bu farklılıkların her çeşidini görebilmek mümkün. Bence, gelecekte de değişmeyecek bu durum…
Durum böyleyken, bir kısım neoliberal ekonomi papağanlarının medyada “tek doğru yol budur” söylemlerini anlamıyor ve algı operasyonunun bir parçası olarak görüyorum.
Adam Smith, 17.YY’da Kraliçe Elizabeth’in izniyle kurulan Doğu Hindistan Şirketi’ne Hindistan’da tekel verilmesinden dolayı İngiliz Kraliyet yönetimini eleştirmişti. Avrupalıların vahşi adaletsizliğinin Bengal’i (Hindistan’ın kuzeydoğu kesimi) yok ettiğini söylüyordu. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, besin ürünlerini yok edip, yerine afyon ekmeleri için zorladığı çiftçilere ürettirdiği afyonu Çin’de satarak bu koskoca ülkeyi perişan ediyordu. Tabii bu şirketin değil, İngiliz sömürgeciliğinin o dönemdeki temel politikasıydı.
Bilelim ki, 18.YY’da İngilizler tarafından yok edilmeden önce Hindistan’ın ciddi sayılabilecek bir sanayisi vardı. Örneğin, Bombay’da yapılan buharlı lokomotifler İngiltere’de yapılanlarla yarışabilecek durumdaydı…
Ayrıca, Hindistan’ın çelik sanayisi gelişebilirdi. Gelişmesi istenmedi. İngiltere, sömürgesinin kendi endüstrisi ile rekabet eder hale gelmesine izin vermedi. Hindistan temelde kırsallaştırılırken, çok ağır bir korumacılık İngiltere’nin hızla kalkınmasına imkân verdi. İngiliz sömürge yönetimi altındaki Hindistan’da ise hemen hiçbir büyüme olmadı.
Hindistan kendi pamuğunu yetiştiren bir ülkeydi. Ancak, İngiliz tekstil ürünlerinden daha ucuza geldiği için Hint kumaşının İngiliz pazarına girmesi neredeyse yasaklanmıştı. Gerekçe; Asya’daki ücretlerin İngiltere’deki ücretlere göre çok düşük olması nedeniyle İngiliz tekstilcilerin bu düşük ücretlerle üretilen tekstil ürünleri ile rekabet edememesiydi. İngiltere kendi pazarını ve tekstil sanayiini korumalıydı.
Yine ABD’den bir başka örnek yazalım. ABD, 1800’lü yıllarda (19.YY) demiryolu ulaşımının patlama yaptığı yıllarda, ulusal çelik sanayiini geliştirirken, daha nitelikli ve ucuz olan İngiliz çeliğinin ABD pazarına girmesini önlemek için korumacı engellere başvurmuştu.
Değerli okuyucunun, 18 ve 19.YY’daki İngiltere (tabii ki Fransa ve Avrupa) ve ABD tarafından uygulanan “bebek sanayileri” koruyucu ekonomik politikaları, o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun uyguladığı ekonomik politikalar ile karşılaştırarak dikkate almasını rica ederim.
Ekonomik kalkınma tarihi, uyguladıkları ekonomik politikaların ülkelerin kaderi üzerindeki etkilerini net olarak ortaya koymaktadır.
Bugün, bu nedenle BM örgütü adeta tek küresel güç olarak kalmayı en az bir yüzyıl daha sürdürmeyi öngören ABD gücünün bir temsilcisi haline gelmiştir (IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü de farklı değildir). Çoğunlukla ABD iş çevrelerinin yapılmasını istediği şeyleri yapmaktadır. BM’nin barışı koruma faaliyetlerinin büyük bir kısmı da gelişmiş ülke şirketlerinin iş yapmak için ihtiyaç duyduğu “istikrar” seviyesini koruma amacı taşımaktadır.
Güney Kore Mucizesinin Satır Başları (Kalkınma Ekonomisi Tarihinden Bir Örnek)
G.Kore kalkınma ekonomisi tarihinin önemli örnek ülkelerinden biri durumundadır.
Ayrıca, yaygın anlayışa göre liberal ekonomi ve serbest ticaretin öne çıkan ülkelerindendir. Ya da demokratik özgürlüklerin…
Bakalım öyle midir?
G.Kore 1910–1945 yılları arasında Japon sömürgesiydi. 1945 yılında Japon sömürgeciliği sona erdiğinde Kore’deki okur-yazarlık oranı %22’ydi. Buna karşılık aynı yıl Arjantin’de okuryazarlık oranı %90’dı. Ardından 2.Dünya savaşı, ülkenin Kuzey–Güney olarak ikiye bölünmesi ve Kore savaşı geldi.
1961 Yılında, yani 1950-1953 yılları arasında meydana gelen Kuzey–G.Kore savaşının bitiminden 8 yıl sonra, 1961 yılında G.Kore’nin kişi başına geliri 82 dolar düzeyindeydi. Savaşta ülke ekonomik altyapısının büyük kısmı tahrip olmuştu. O dönemde ülkenin temel ihraç ürünleri tungsten, balık ve hammadde kapsamında birkaç üründen ibaretti. Bir de insan saçından peruk…
O yıllarda Kore dünyanın en yoksul ülkelerinden biri durumundaydı.
Biliyor musunuz Samsung (Kore dilinde Üç Yıldız demektir) firması 1938 yılında balık, sebze ve meyve ihracatçısı olarak kurulmuştu. 1970’li yıllara kadar şirketin ana işkolları şeker ve tekstil imalatıydı. Samsung’un yarı-iletken endüstrisine girmesi 1974 yılında Korea Semiconductor firmasını satın almasından sonra olmuştur. İlk renkli TV üretim tarihi ise 1977 yılıdır.
Kore mucizesi dediğimiz hızlı kalkınma dönemi 1969 -1981 yıllarını kapsamaktadır.
1961 Yılında General Park–Chung bir askeri darbe ile Kore’de iktidarı ele geçirdikten sonra iktidarını bir anlamda sivilleştirerek ve 3 seçim kazanarak sürdürmeyi başarmıştı.
Planlı ekonomiden yana olan Park hazırlattığı 5 yıllık kalkınma planları ile G.Korede ilk kalkınma hamlelerini başlatan başkandır.
O zamanki Kore seçim yasalarına göre 4.defa seçilme şansı olmayan General Park, bu engeli aşabilmek için genellikle Latin Amerika’da görülen bir çeşit “kendi kendine darbe” oluşumu ile ve “ülkenin Kuzey Kore tehlikesi varken bir karışıklığı kaldıramayacağı” gerekçesi ile seçim sistemini yaşamı boyunca iktidarını sürdürmeyi garantileyecek şekilde değiştirmeyi de başararak iktidarını “yaşam boyu” hale getirmiştir.
Yazdığımız gibi Park bir diktatördür. Ancak, ileriyi gören bir diktatördür. Bu nedenle,1973 yılında “Ağır ve Kimyasal Sanayileşme Programı’nı başlatır. Kişi başına gelir hedefini “1981 yılına kadar 1.000 dolara ulaşmak” olarak belirler (1972 yılında 319 dolara, 1979’da 1.647 dolara yükselir). Bu hedefe 1977 yılında ulaşılır. İlk çelik fabrikası, ilk modern tersane ve ilk Kore tasarımı otomobil de bu dönemde üretilir.
Demir–çelik üretiminin iki önemli girdisi olan demir madeni ve kok kömürünün her ikisi de Kore’de mevcut olmamasına rağmen, Kore çelik endüstrisi dünyadaki en etkin çelik sanayilerinden birisi durumuna gelir. Büyük bir ihracat seferberliği başlatılır. Öyle ki, 1972 yılında 1,6 milyar ABD doları olan ihracat, 1979 yılında 15,1 milyar ABD dolarına yükselir.
Bu dönemde Kore’de kalkınma için zorunlu olmayan herhangi bir şeye döviz harcamak yasaklanmıştı veya ithalat yasakları, yüksek tarifeler ve ağır lüks tüketim vergileri ile caydırılmıştı. Yurt dışına çıkışlar iş veya okumak için izin alınmak suretiyle yapılmaktaydı.1980’li yıllara kadar kısıtlı bir konvertibilite rejimi mevcuttu.
1979 Yılında General (Başkan) Park bir suikaste kurban gitti. Ardından, 1980 Yılında iktidarı General Chun Doo-Hwan ele geçirdi. Aradaki dönem karışıklıklar ve halk ayaklanmalarının yaşandığı kısa bir istikrarsızlık dönemiydi. Bu dönemdeki toplumsal hareketler iktidar tarafından oldukça sert yöntemler ile bastırılmıştı. Kore’nin yeni yönetimi de önceki dönemden devraldığı ekonomik yaklaşımı sürdürdü.
G. Kore 1990 yılına gelindiğinde zengin bir ülke olmasa da orta gelirli bir ülkeye dönüşmeyi başarmıştı. 1996 Yılına gelindiğinde ise OECD üyeliğine kabul edildi.
Ancak, 1997 Yılında ciddi bir finansal kriz patladı ve ülke neoliberal ekonomik politikaları uygular hale dönüştü. Burası önemli…
Zaten ekonomik performansı, o tarihten sonrası için öncesini aratır denilecek şekilde oldu. Fakat, büyük atılım süreci bu tarihe kadar tamamlanmış ve 2000’li yıllarda Kore’nin kişi başına geliri 15 bin dolarlar seviyesine gelmişti.
Deyim yerindeyse, orta gelir tuzağını aşmış ve kefeni yırtmıştı!
Dünya bazında, batı emperyalizmi tarafından organize edilmiş bir propaganda makinesi 7×24 çalışmaktadır. Söz konusu makine G. Kore’nin 1960-1980 yılları arasındaki mucize kalkınma atağında neoliberal kalkınma stratejisi izlediğine inanmanızı ister. Bu nedenle size adam gibi kalkınma ekonomisi tarihi de okutmazlar.
Oysa, gerçek durum özetlediğim gibi çok farklıdır. Gerçekte bu dönemde G.Kore tarafından yapılan: “iktidar tarafından özel sektöre danışılarak seçilen belirli endüstrileri tarife koruması, sübvansiyonlar ve diğer türde devlet teşvikleriyle uluslararası rekabete dayanabilecek ölçüde olgunlaşana dek geliştirmek” olmuştur. Biz buna literatürdeki ismi ile “bebek endüstrilerin korunması (infant industry argument; Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk maliye bakanı olan Alexander Hamilton (1757-1804), Report on Manufactures (1790) adıyla bilinen raporu nedeniyle, bebek endüstriler argümanının ilk savunucusu olarak tanınır. Onu, yine Kuzey Amerika’da Daniel Raymond (1786-1849) ile Henry Charles Carey (1793-1879) ve Almanya’da da Friedrich List (1789-1846) izlemişlerdir.)” diyoruz. O dönemde G.Kore finans sisteminin tamamı devlete aitti. Dolayısıyla, desteklenecek sektörlerin selektif kredilendirmesinin devlet tarafından doğrudan kontrolü mümkün oluyordu.
Bize devletin işletmecilik yapamadığı ezberletildi. KİT dediğimiz kamu iktisadi işletmeleri hep “tukaka” gösterildi. IMF programlarındaki ana yaklaşım hep bu KİT’lerin satılması yönünde oldu. İşte, Kore’de devlet o dönemde belirli KİT’ler oluşturarak da kalkınma politikasına katkı yapmıştır oysa… Örneğin 1970’li yıllarda çelik imalatçısı POSCO bir KİT’di. Üstelik 10 yıl gibi bir sürede dünyanın en etkin üreticilerinden biri olmuştu.
Diğer yandan, G. Kore, yabancı sermaye yatırımlarını da sektörel bazda değerlendirmiş ve istemediği sektörlerdeki yabancı yatırıma izin vermemiştir. Yine belirtilen dönemde patent haklarına ve tersine mühendislik uygulamalarına esnek yaklaşım ile patent korsanlığını cesaretlendiren bir ekonomik tavır söz konusudur.
Yukarıda yazmıştım. Tekrarlayalım.
G.Kore devletinin mucize yarattığı dönemdeki ekonomik programı, büyük ölçüde planlı bir ekonomik programdır.
Elbette, Kore devlet planlaması, Sovyetler Birliği’nin sosyalist planlama yaklaşımında olduğu gibi piyasayı ortadan kaldırarak onun yerine geçme iddiası olan bir planlama yaklaşımı olmamıştır.
Dünyada G.Kore ekonomisinin bir serbest ticaret ekonomisi olduğu algısının en önemli sebebi, Kore ekonomisinin gelişmiş ihracatçılık yönüdür.
Oysa, G. Kore, Japonya ve Çin örnekleri incelendiğinde aslında “ihracat başarısının serbest ticareti gerektirmediği” gerçeğinin tespiti gerekir.
G. Kore örneğinde görülen, “gümrük tarifeleri ve sübvansiyonlar ile korunan ülke üreticilerinin, başlangıçta basit ürünler ihraç ederek kazandığı dövizlerin yüksek katma değerli teknolojik ürünlerin üretimi için gerekli yatırımların yapılmasında kullanılması suretiyle önemli bir yapısal dönüşüm gerçekleştirme” hikayesidir.
Selektif kredilendirme ve yeni endüstrilerin belirli bir güce erişene kadar korunmasını içeren bu ekonomik politika, rekabet gücü kazanacak yeterliliğe erişecek zamanı sağlamak için kullanılmıştır. Bu haliyle de “bebek endüstrilerin, uluslararası piyasalarda rekabet edecek güce erişene kadar ait olduğu devlet tarafından korunması halinde en iyi sonucun alınabileceğini” örneklemektedir.
Japonya, Kore ve Tayvan sanayilerinin temelini, “kısıtlayıcı doğrudan yabancı yatırım politikalarıyla” atmışlardır. Özellikle belirli sektörlerde “Doğrudan Yabancı Yatırımlara” izin vermişler ve “belirledikleri temel sektörlerde yabancı sermaye payının %50’yi aşmasını” yasaklamışlardır.
Ayrıca “yabancı yatırımcılara belirli oranlarda yerli girdi kullanma zorunlulukları” da getirmişlerdi.
Neoliberal Ekonomik Yönlendirme Kavramı
Tam burada, neoliberal ekonomi kavramına kısaca değinelim.
Neoliberal ekonomi 18.YY iktisatçısı Adam Smith ve izleyicilerinin liberal iktisadının güncellenmiş halidir. İlk kez 1960’lı yıllarda ortaya çıkmıştır. 1980’lerden itibaren de egemen ekonomik görüş haline gelmiştir. 18 ve 19.YY liberal iktisatçıları, bir ekonomiyi organize etmenin en iyi yolunun ve üretim faktörlerinin azami etkinliğini sağlayacak yöntemin serbest piyasadaki sınırsız rekabet olduğuna inanmışlardı. Her türlü hükümet müdahalesinin zararlı olduğunu düşünüyorlardı. Hükümet müdahalelerinin ithalat kontrolleri veya tekellerin yaratılmasıyla potansiyel rakiplerin piyasaya girişlerini kısıtlayarak rekabet baskısını azaltacağına inanıyorlardı.
Bilindiği gibi neoliberal ekonomistler, liberallerin serbest piyasa inancını paylaşmakla birlikte, siyasal demokrasi ve bir kısım devlet tekeli (Merkez bankası banknot basma yetkisi, patentler) türlerine esnek bakışları ile onlardan farklıdırlar.
Neoliberal ekonomik yaklaşım, günümüzde gelişmiş ülkeler ve bu ülkelerin kontrolündeki IMF (International Monetary Fund), Dünya Bankası(World Bank) ve Dünya Ticaret Örgütü (World Trade Organisation) tarafından gelişmekte olan ülkelere adeta dayatılmaktadır. Bu amaçla, gelişmekte olan ülkelere ihtiyaç duydukları krediler, neoliberal ekonomik politikaları uygulama şartına bağlanarak verilir. Gelişmekte olan ülkelerdeki neoliberal ekonomik yaklaşımları uygulayacak iktidarlar da gelişmiş ülkeler ve kontrolleri altındaki uluslararası kuruluşlar tarafından desteklenir.
Türkiye IMF İlişkileri ve Neoliberal Yönlendirme
Yeri gelmişken, IMF’ye 1947 yılında üye olan Türkiye, 1961–2008 arasında kredi almak için sıkça başvurduğu IMF ile toplam 19 stand-by kredi anlaşması imzalamış ve toplam 50 milyar dolar kredi almıştır. 19.uncu ve en son stand-by anlaşması Ocak 2005 tarihinde imzalanmış, kredinin geri ödemesi ise 2013 yılında tamamlanmıştır.
Peki. Sonrasında Türkiye’nin dış borç alma ihtiyacı olmamış ve Türkiye ekonomisi IMF’nin önerdiği ekonomik politikaları uygulamaktan caymış mıdır?
Türkiye’nin IMF borcunu sıfırlaması, IMF kredisine muhtaç durumdan kurtulması kuşkusuz ki ulusal ekonomimiz yönünden olumlu değerlendirilmesi gereken bir gelişmedir…
Ancak, IMF borcunun olmaması demek, kamu kesiminin bu tarihten sonra dış kredi kullanmadığı anlamına gelmemektedir. Türkiye’de kamu, doğrudan IMF kredisi kullanmak yerine ülke ekonomisinin ihtiyaç duyduğu dış kredileri diğer kaynaklardan, özellikle bankalar ve finans sektörü ile özel sektörün reel kesimi, yani şirketler üzerinden borçlanarak sağlama yolunu tercih etmiştir.
Türkiye’nin 2012 yılındaki dış borç rakamlarına bakarsak, bu borçlanma şekil değişikliğini açıkça görebiliriz. Sonrasına da bakabilirsiniz. Artarak sürdüğünü görürsünüz.
Yazalım…
2002 yılında Türkiye’nin toplam dış borcu 129 milyar dolar seviyesindeydi.
Söz konusu dış borç 2012 yılına gelindiğinde 336 milyar dolara yükselmişti. Bu borcun 103 milyar dolarlık kısmı kamu kesimi, 226 milyar dolarlık kısmı ise özel sektör borcuydu. Özel sektörün kullandığı 226 milyar dolarlık dış borcun da 111 milyar doları finans, 114 milyar doları reel kesimin, yani diğer şirketlerin borçlanmasıydı.
IMF programından, başka bir deyişle 1980 sonrasında neoliberal ekonomik uygulama programından ayrılan ülke ve şirketlerin uluslararası piyasalardan böyle döviz kredileri kullanması öyle kolay değildir.
Yedirmezler millete.
“Evlad-ı Vatan”ı Üzecek Geçmiş Tarihli Bir Gazete Haberi Alıntısı
Uçak fabrikası Atatürk’le kuruldu, 1950’de kapandı
(Alıntı: Yeniçağ Gazetesi -28.10.2013)
Mustafa Kemal Atatürk havacılığa büyük önem verirdi. Cumhuriyet’ten hemen sonra havacılık gelişmelerini incelemek ve araştırmak için Avrupa ülkelerine heyet gönderdi. Altı uzmandan oluşan bu heyetin üyelerinden biri ilk pilotlarımızdan Vecihi Hürkuş idi. Vecihi Hürkuş geziden döndükten hemen sonra projelerini gözden geçirmiş ve ilk Türk uçağını inşa etmeyi başarmıştı. İlk uçağın adını VECİHİ K-6 koymuştur. Bu uçakların devamı da gelmişti.
1936’da başladı
Nuri Demirağ ilk uçak mühendisimiz Selahattin Alanı ortak ederek uçak inşa etmeye başladı. 17 Eylül 1936 Beşiktaş’ta bir ARGE atölyesi açarak işe başladı. Nuri Demirağ NU. D 36 (1940), NU. D 38 (1944) yıllarında Türk malı uçaklar yapar. Bu uçaklar Amerikan yapımı uçaklarla boy ölçüşebilecek niteliktedir. THK, Beşiktaş’taki fabrikaya ilk olarak 65 adet planör, sonrasında 10 adet başlangıç eğitim uçağı sipariş etti. Planörler, 1937-1938 yıllarında tamamlanarak teslim edildi Nuri Demirağ’ın Beşiktaş’taki fabrikada yapılan ve hiç bir bozukluk göstermeden başarılı uçuşlarına devam eden uçakları, Türkiye’de olduğu kadar yurtdışında da büyük yankılar uyandırmıştı. Hele çift motorlu, barışta yolcu uçağı, savaşta istenildiği zaman eksiksiz bir bombardıman uçağı görevini yerine getiriyordu Türklerin kendi uçaklarını kendilerinin yapması belli başlı uçak fabrikalarını endişelendiriyordu. İngiliz ve Almanlara göre Amerika’nın endişeleri daha büyüktü.
Ancak Atatürk öldükten sonra bu alana ilgi azalmış devlet desteğini çekmiş Amerika’ya -Türkiye’ye uçak satması için- ön ayak olan kişi Ahmet Emin Yalman Acenteliğidir. 1939’da THK, sipariş ettiği 65 adet uçak zamanında teslimat yapılmaması gerekçeleriyle sözleşmeyi feshetti.
Sam Amca ve uzantıları
Ne gariptir ki THK’nın almadığı bu uçaklar 16.000 uçuş yapar, senelerce uçar ve bir tek kaza dahi olmaz. 1941-44 yılları arasında ABD Türkiye’ye 95 milyon dolarlık savaş malzemesi vermiş ABD’den gelen malzemelere bir bedel ödenmemesine rağmen bu malzemelerin bakımı için her yıl bütçeden 400 milyon TL aktarılır ABD Yalman’a uçak sanayi konusunda temsilcilik verir.
Ne hikmetse yakınlarının acentesi olduğunu bile bile Fransızlar da Yalman’a acentelik verir. Bu acenteliğin uçaklarını alıp da Nuri Demirağ’ın uçaklarını almayan 1949’un Hava Kuvvetleri Komutanı şu vahim sözleri söyler: “Amerikan yardımından bedava uçak almak dururken uçak fabrikanıza sipariş verirsem yarın bu millet beni asar.” 1920’li ve 1930’lu yıllarda büyük fedakârlıklarla elde edilen savunma sanayi imkân ve kabiliyetleri kaybedilmeye başlanmış ve yurtiçi siparişleri azalmış ve tüm bunlardan dolayı askeri fabrikalar ve sivil teşebbüsler 15 Mart 1950’de- ki kanunla kapatılmıştır. Nuri Demirağ, uçak sanayinde destek görse veya önü kesilmeseydi, Türkiye ekonomisi, globalleşme sürecinin neresinde olurdu acaba?
Son Söz
Yeniçağ Gazetesi’nden alıntıladığım yukarıdaki haberi ve öncesinde yazdıklarımı okudunuz.
Aşağıdaki uçak da 1936 yılında Nuri Demirağ tarafından üretilen NUD-36.
Bu uçağı üreten tesis Türk ulus devletinin o dönemdeki “bebek endüstri” örneğimizdi.
Koruyamadık. Rekabet edebilecek hale gelene kadar koruyabilseydik, belki de bugün dünyanın önemli uçak üretici ülkelerinden biri olacaktık.
Tekrarlayalım; İngiltere ve ABD de dahil, gelişmiş ülkelerin tamamına yakını da aslında kendi kalkınma süreçlerinde, bugün önerdikleri “neoliberal ekonomik politikalara karşıt korumacı ve müdahaleci ekonomik uygulamalara” başvurmuşlardır. Kore, Japonya, Çin ve diğerleri de çok farklı olmamıştır. Ben bu yazıda sadece birini yazdım.
Alman İktisatçı Friedrich List 1841 yılında, kendi ekonomik üstünlüğünü yüksek gümrük tarifeleri ve geniş ölçüde sübvansiyonlar ile elde eden İngiltere’nin 19. YY’da serbest ticareti tavsiye etmesini eleştirerek şöyle diyordu:
“Birinin büyüklüğün zirvesine vardığında, diğerlerinin kendi arkasından tırmanma vasıtasından yoksun kalması için o noktaya tırmanırken kullandığı merdiveni itmesi (Kicking away the ladder) çok yaygın ve zekice bir hiledir.”
Yani, bugünkü gelişmiş ülkeler resmi ve gayrıresmi kurumları ve bütün ağırlıkları ile gelişmekte olan ülkelere serbest ticaret ve serbest piyasa tavsiyelerinde bulunurken, gözlerden uzak tutulmak istenen ciddi bir tarihsel çifte standart söz konusudur.
O merdivenden bizden önce çıkmış olanların, çıkmış oldukları merdivenden bizlerin de çıkmaması için o merdiveni iterek düşürmeleri anlamına gelmektedir.
Evlad-ı vatan olarak bunu yutmayacağız!
Bize iktisadi kalkınma tarihini anlatmıyorlar ve öğrenmemizi istemiyorlar.
Öğrenirsek onların yolundan giderek başarılı olacağımızı biliyorlar.
Tarihsel ekonomik gerçekler gizleniyor ve saptırılıyor. Büyüklere ekonomik masallar ile oyalanıyoruz. Gelişmekte olan bütün ekonomiler için gerçek tehlike, aslında dayatılan neoliberal ekonomik politikalardır. Bu masallar ile yıllarca oyalanacaklar, rekabet eder hale gelememiş “bebek endüstrileri” yok edilecek veya uluslararası sermaye tarafından satın alınarak şubeleştirilecek. İşsizlik ve yaygın yoksulluk büyümeye devam edecek. Kırılgan ekonomik yapıları ile kurtulamadıkları ekonomik krizleri sürekli hale gelecek ve sosyal çalkantılarla boğuşacaklar.
Ey “evlad-ı vatan” uyarması bizden.
A.Can Ayışık
17.2.2019