Bankacılık sektöründeki büyük değişimi Merkez Bankası eski uzmanlarından Mülkiyeliler Birliği Derneği İzmir Şube Başkanı Dr.Ayhan Bülent Toptaş ile konuştuk. Her bankacının okuması gereken müthiş bir söyleşi:
Güler yüz, iyi hizmet, etkileyici mesajlar, apartman dairesi ve otomobil piyangoları, kumbara, ajanda, kalem gibi küçük hediyelerle mevduat müşterileri cezbedilmeye çalışılan bir dönemden acımasız rekabetin yaşandığı bir sektöre nasıl gelindi?
Bankacılığın altın yılları olarak da nitelendirilen o dönemde Merkez Bankası’nda Uzman olarak çalışan Dr.Ayhan Bülent Toptaş ile sektörün dünü ve bugününü konuştuk.
PARAMEDYA: – Günümüz bankacılığı ile sizin işe başladığınız dönemde yapılan bankacılık arasında sosyal anlamda ne farklar görüyorsunuz?
Ben 1984 yılında işe başladım. Ben işe başlarken rahmetli babam Şube Müdürü olarak çalıştığı özel bankadan 46 yaşında emekli oldu. Onun sayesinde ortalama bir kişiye göre bankacılık sektörüne daha aşinaydım. O günlerde 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan ekonomik liberalizasyon diğer sektörlerde olduğu gibi bankacılık sektöründe de etkili olmaya başlamıştı. 1980 öncesinde Bankalar arasındaki mevduat rekabeti faiz dışında gerçekleşiyordu. Güler yüz, iyi hizmet, etkileyici mesajlar, apartman dairesi ve otomobil piyangoları, kumbara, ajanda, kalem gibi küçük hediyelerle mevduat müşterileri cezbedilmeye çalışılıyordu. Mevduat faizleri enflasyonun altındaydı ve bu da tasarruf eğilimini zayıflatıyordu. 1980’lerde bu görünüm değişti ve bankacılıkta faiz üzerinden rekabet başladı. Rekabetin yoğunlaşması ve daha gerçekçi bir zeminde gerçekleşmeye başlaması etkinlik konusunu da gündeme getirdi. Bankaların şubelerinin olması gerekenden fazla olduğu sonucuna ulaşıldı. Bunu banka şubelerinin sayılarının azaltılması izledi. 80’lerin ikinci yarısında bireysel kredilerin verilmeye başlandığını gördük. Bu toplum için çok yeni ve farklı bir durumdu. İnsanlar akrabalarından ve arkadaşlarından borç almak ya da senet imzalayarak borçlanmak yerine bankalara borçlandılar. Çok sayıda kişi bu yeni düzende otokontrollü davranamadı, aşırı borçlandı ve bunun sonucunda ciddi sosyal sorunlar yaşandı. Dövizle borçlanmaya uyum sağlamak da kolay olmadı. Pek çok şirket ve birey kurlardaki aşırı oynaklıktan zarar gördü. Bunların olumsuz etkileri kamuoyuna yansıdı. İşe başladığım günlere göre toplum artık daha fazla tüketiyor, daha fazla banka kredisi kullanıyor. Bankacılık sektörü daha karmaşık, hızlı ve rekabetçi. Daha hassas dengelerle karşı karşıya.
Banka çalışanları da bu hızla yoğunlaşan rekabetten etkilendiler. İşlemlerin hızlanması, karmaşıklaşması, performans kaygısı onlar üzerinde kapasitelerinin de ötesine geçen ağır bir yük oluşturdu. Bir zamanların aşırı durağanlığı ve etkinlik düşüklüğü bu kez yerini aşırı rekabet ve zorlamalara bırakmış gibi gözüküyor. Birkaç sene önce konuştuğum ve özel bir bankada yöneticilik yapan bir arkadaşım artık ağır iş yükü ve psikolojik baskı altında ezilen astlarından bir şey talep etmeye çekinme noktasına geldiğini ve emekliliği dört gözle beklediğini söylemişti. Kamu bankalarının durumu ise biraz daha farklı. Bir gezide karşılaştığım bir kamu bankasında çalışan iki kadın bankacı ise politik görüşlerin liyakattan daha önemli olduğu bir ortamda çalıştıklarını belirttikten sonra şu sözlerle konuşmamızı noktalamışlardı; “Gözümüzün içine baka baka haksızlık yapıyorlar!” Burada sadece iki örnek verdim. Ama bu örneklerle paralel başka örnekler de görmeye ve duymaya devam ediyoruz. Bunlar da bankacılık sektöründe insan unsurunun fazla önemsenmediği şeklindeki tatsız algıyı pekiştiriyor.
PARAMEDYA: Bankacılık sektörü 2002 yılından sonra hızla yabancı sermaye kontrolüne geçti ve halka açık hisseler ile birlikte yüzde 60’a yakın bir bölüm yabancı kontrolünde. Bu Türkiye’ye nasıl bir katkı sağladı size göre? Bankacılığın bu kadar yabancı kontrolünde olmasını risk olarak görüyor musunuz?
Geçen yıl Avrupa’daki tek bir bankanın bile büyüklüğünün aktif toplamının Türkiye’deki tüm bankaların aktif toplamından fazla olduğunu olduğunu okumuştum. Bu durumda liberal bir ekonomi içinde yer alan Türk Banka sisteminde yabancıların payının artması kaçınılmaz gözüküyor. Bankacılık sektöründe yabancı sermayenin artmasının tasarruf açığı olan Türkiye’ye ek fonlar sağlaması, rekabeti artırması, yenilikler getirmesi, istihdam yaratması gibi sonuçları olması beklenebilir ama gördüğüm kadarıyla Türkiye’de bu katkılar konusunda yapılmış ve somut sonuçlar ortaya koyan ciddi ampirik araştırmalar henüz mevcut değil ya da çok az. Risk tarafında da bazı öngörüler var. Örneğin yabancı sermayeli bankaların bir takım dış şokları Türkiye’ye ithal etmesi gibi. Birkaç yıl önce ekonomik kriz yaşayan komşu bir ülkenin bir bankasının Türkiye’de sermayesine sahip olduğu bir bankanın sorunlar yaşayabileceğine ilişkin endişeler ortaya çıkmıştı. Bu endişeler gerçekleşmedi. Bankacılığın ağırlıklı olarak yabancı kontrolünde olduğu pek çok ülke var. Böyle stratejik bir sektörün büyük ölçüde yabancıların elinde olması hiç umulmadık sorunlar yaratabilir. Burada belirleyici olan ev sahibi ülkenin bu riskleri ve olası krizleri göğüsleyecek ciddi bir kurumsal, hukuki ve operasyonel alt yapıya sahip olması, gerektiğinde yabancı sermayenin geldiği ülkelerin otoriteleri ile işbirliği içinde olabilmesidir.
PARAMEDYA:Yine son 10 yıllık kayıtlara baktığımızda bankacılık sektörünün sadece konut ve benzeri bireysel kredilerle büyüdüğünü ve bu ürünlerden önemli oranda kar ettiğini görüyoruz. Bu sağlıklı bir trend midir? Bankacılık sektörünün bu kadar bireysel krediye yüzünü çevirmesinin ve tüketimin bu yolla da teşvik edilmesinin ülke ekonomisine yansımaları sizce nasıl olmuştur?
Kapitalist sistemde yaşıyoruz. Bu bir belirsizlikler ve riskler dünyası. Piyasayı izlerken bazı şeylerin gereğinden fazla alındığını ya da satıldığı kanaati edinebiliyoruz. Belirtilen bireysel kredi ve karlılık büyümesi trendinin sağlıklı olduğunu düşünebilmemiz için söz konusu sürecin sağlam bir ekonomi yönetimi altında ve sağlıklı bir makroekonomik görünüm içinde gerçekleşmesi gerekir. Eğer süreç böyle bir ortamda işlemiyorsa konut kredisi arzındaki hızlı artış kırılganlık yaratabilir. Diğer taraftan bireysel krediler tüketimi ve dolayısıyla ithalatı artırarak cari açığı genişletebilir. Gelir yetersizlikleri, ekonomik daralmalar, faiz ve kur oynaklıkları kredilerin geri ödenmesi ile ilgili olarak ciddi sorunlar yaratabilir. Bu riskler karar vericilerin ve danışmanların rehavete kapılmamalarını, hep tetikte ve ihtiyatlı olmalarını gerektiriyor.
PARAMEDYA: Sektörde kar artışı yüzde 40 ortalama ile sanayi şirketlerinin çok üstünde. Oysa öz sermaye karlılığına baktığımızda son 5 yılda yüzde 46 oranında bir düşüş var. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Bu Türkiye bankacılık piyasasının yabancılar açısından artık cazip olmaktan çıktığı anlamına gelir mi?
Karlılığın düşmesine rağmen yabancı sermayenin payındaki yükselme devam ediyor. Bu, Türkiye’deki karlılığın hala diğer ülkelerin piyasalarına göre daha yüksek olduğu ve bu nedenle bankacılık piyasasının eskisi kadar olmasa da yabancılar açısından hala cazip olduğu anlamına geliyor.
PARAMEDYA:Bankalar son yıllarda dijitalleşme trendine girdi ve bu da sektörde çalışan personel sayısının azalmasına neden oldu. Özellikle yapay zekanın bu kadar tartışıldığı bir dünyada sizce bankacılık meslek olmaktan çıkacak mı?
Bankacılığın 4 bin yıl öncesinin antik zamanlarına kadar inen bir geçmişi var. Bankacılık o dönemlerden bugüne kadar büyük değişim geçirdi. Teknolojik gelişmeler bu değişimi son zamanlarda daha da hızlandırdı. Banka müşterileri artık işlemlerini ATM’ler, bilgisayarlar ve akıllı telefonları vasıtaları ile gerçekleştirebiliyorlar. Buna karşın hala ekonomik faaliyetin belli bir düzeyin üstünde olduğu her yerde bankalara ve şubelerine rastlayabiliyorsunuz ve bunların içinde yoğun bir şekilde çalışan banka çalışanlarını, sırada bekleyen müşterileri görüyorsunuz. Diğer yandan bankalar tarafından hizmetlerin teknolojinin de desteğiyle çok çeşitlendiği bilinen bir gerçek. Dijitalleşme ve yapay zekanın bankacılık mesleğinin gerektirdiği yetkinlikleri etkilemiş olduğunu söyleyebiliriz, ama mevcut tabloya bakarak bankacılık mesleği en azından kısa ve orta vadede devam edecek.
PARAMEDYA: Gerek faizler gerekse enflasyonla mücadelede merkez Bankası’nın duruşunu nasıl buluyorsunuz?
2001 krizinden sonra uygulamaya konulan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasına (TCMB) enflasyonla mücadelede bir merkez bankasının sahip olmayı isteyebileceği araçları sağlamıştı. TCMB kanununda yapılan değişiklikle Banka Başkanı daha bağımsız bir statüye kavuşturulmuş, Bankanın birincil amacının fiyat istikrarını sağlamak olduğu vurgulanmış, devlete borç vermesi yasaklanmıştı. Aynı program sıkı bir mali disiplin uygulanmasını da öngörüyordu. Krizi takip eden yıllarda TCMB söz konusu kanundaki değişikliklerin getirdiği avantajları iyi kullanırken, hükümet de mali disiplin konusunda oldukça dikkatli davrandı. Bu da enflasyonda hızlı bir düşüşü getirdi. 2001 de %70’lerde olan enflasyon 2010’da yıllık % 6 civarına geriledi. 2011’den sonra ise enflasyonun aşamalı bir şekilde yükselerek % 10’nun üstüne çıktığını görüyoruz. Bu hem merkez bankasının enflasyon karşısındaki duruşunun hem de mali disiplin konusunda hükümetin kararlık düzeyinin zayıflamasının bir sonucudur.
PARAMEDYA: Dünyadaki diğer Merkez Bankaları ile kıyaslandığında Ülkemizde Merkez Bankasının güçlü olduğu ya da geliştirilmesi gereken yönleri nelerdir?
Pek çok ülkede olduğu gibi bu ülkenin vatandaşları, vergi ödeyenler TCMB’nin yöneticilerinin kaynak taleplerine karşı oldukça cömerttirler. Bu nedenle TCMB görevlerini yerine getirirken pek çok kuruma göre daha az kaynak sıkıntısı yaşar. Bu TCMB’yi güçlü kılan önemli bir avantajdır. Bununla birlikte bu kaynakların etkin ve etkili bir şekilde kullanılması çok önemli. Bunda başarı sağlanabilmesi için öncelikle Bankanın ana görevleri olan fiyat istikrarı ve finansal istikrarın sağlanması hedeflerine odaklanması ve modern merkez bankacılığı ile ilgili olmayan görevleri kabul etmemesidir. TCMB’nin ana görevleri dışında görevleri kabul etmesi onun etkililiğini ve etkinliğini azaltmaktadır. Bu konuda hala atılması gerekli adımlar olduğunu düşünüyorum. Başka kuruluşlar tarafından yapılabilecek, çağdaş bir merkez bankasının görevi olmayan işler TCMB’den alınmalıdır. Bir diğer konu insan kaynakları yönetimi ile ilgili. Başkan, banka meclisi, yönetim komitesi denetleme komitesi de dahil olmak üzere TCMB’de tüm atamalarda kariyer ve liyakat ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalınması çok önemli. Pek çok kamu kurumunda söz konusu ilkenin hayata geçirilmesi ile ilgili yaşanan bu sorun TCMB’de de yaşanıyor.
Bağımsızlık modern bir merkez bankasının yönetişiminin temelini oluşturan bir ilke. Çünkü kamuoyunun merkez bankasının bağımsızlığına inanması enflasyon beklentilerinin ve dolayısıyla enflasyonun aşağıya çekilebilmesi için çok önemli. Bu temelin sağlamlaştırılması için epeyce çabaya ihtiyaç olduğu açıkça gözüküyor. Eğer bu gerçekleştirilebilirse ana görevlere odaklanmak ve kariyer ve liyakat ilkesine dayanan başarılı insan kaynakları politikaları yürütmek de daha kolaylaşacaktır.
PARAMEDYA: Siz olsanız ( uzmanlık alanlarınız ve tecrübelerinizi doğrultusunda) kendinize hangi soruları sorardınız?
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde aldığım ilk iktisat dersinde iktisat biliminin üç önemli soruya yanıt verdiği söylenmişti. Ne üretilecek? Ne kadar üretilecek? Kimin için üretilecek? Uzmanlığım ve tecrübem zaman içinde bu soruyu benim için temel bir iktisat sorusu olmanın ötesinde kişisel bir soruya da dönüştürdü. Bu nedenle emeklilik günlerimde de en az emeklilik öncesindeki kadar çalışıyorum bir şeyler üretmek için çabalıyorum. Böyle davranmamda meslek hayatımın dört yıllık bir bölümünü iki üretken toplum olan ABD ve Almanya’da geçirmem ve burada yaptığım gözlemler çok etkili oldu.
Toplumumuz kaliteli, nezih ve huzurlu bir yaşantının ne olduğunu çok iyi biliyor, bunu arıyor. Bu çok güzel ama böyle bir yaşama ulaşmak fedakarlık istiyor. Bilimsellik, hukuka saygı, çalışkanlık, kurallara uymak böyle bir yaşam standardının olmazsa olmazları. Bizde arzularla o arzuların gerçekleşmesi için gerekli çabayı gösterme iradesi arasında bir kopukluk var. İsteklerimizin gerçekleşmesi, sorunlarımızın çözülebilmesi için çalışmak ve üretmek zorundayız.
Dr.Ayhan Bülent Toptaş kimdir?1962 yılında Ankara’da doğan Dr.Ayhan Bülent Toptaş 1983 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümü’nden mezun olmuş ve 1984 yılında Merkez Bankası’nda göreve başlamış. Amerika’da İktisat Yüksek Lisansı’nı ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nde doktora eğitimini tamamlamış. Ankara’da TCMB İdare Merkezi’nde uzman olarak sürdürdüğü görevinden 2017 yılında emekli olmuş. Halen Mülkiyeliler Birliği Derneği İzmir Şube Başkanı olarak görevini sürdürüyor.