Beyaz yakalı dünyasının karanlık labirentlerinde, insan ruhu her gün biraz daha parçalanıyor. Bu parçalanma öyle sistematik, öyle inceden inceye hesaplanmış ki, çoğu zaman kurbanları bile durumun farkına varamıyor.
Sabah asansörde karşılaşılan donuk bakışlar, toplantı odalarındaki yapay gülümsemeler ve akşam mesailerinde iç çekerek monitöre bakan gözler… Hepsi aynı trajik hikâyenin farklı sahneleri.
Kurumsal şiddet, modern çağın en sofistike işkence biçimi. Fiziksel değil ama ruhsal; görünür değil ama derinden yaralayıcı. Öyle ki bir çalışan, yıllarca emek verdiği işinden ya da projesinden adil olmayan bir kararla uzaklaştırıldığında, yaşadığı travma sadece profesyonel değil, varoluşsal bir krize dönüşür. “Ben kimim?” sorusu, ofis katlarının soğuk florasan ışıkları altında yankılanır durur.
Bu sistemin en korkunç yanı, kurbanlarını suç ortağına dönüştürme becerisi. Mobbinge uğrayan bir çalışan, zamanla kendisini suçlamaya başlar. “Belki de yetersizim”, “Belki de ben uyumsuzum” düşünceleri, sistemin zehirli tohumları gibi zihinlere ekilir. İş arkadaşını gammazlamaya teşvik edilen, rekabet adı altında dostluklarını feda etmeye zorlanan, “takım ruhu” maskesi altında birbirinin kuyusunu kazmaya yönlendirilen insanlar… Modern kurumsal dünyanın görünmeyen mezarlıklarında gömülü olan sadece kariyer hayalleri değil, insani değerlerdir.
İnsan değil, ‘kaynak’!
Kurumsal dünyanın en büyük yalanı, “profesyonellik” kavramının arkasına sığınarak insani duyguları yok saymasıdır. Oysa her “kaynak” bir anne veya babadır, her “personel numarası” bir hayat hikâyesidir, her “performans düşüklüğü vakasının” arkasında derin bir insani dram gizlidir. Sistem, çalışanları sadece birer rakam olarak görürken, onların hayallerini, korkularını, sevinçlerini ve acılarını yok sayar.
Bu yok sayışın en acımasız yansıması, kurumsal etik kodların içi boş ritüellere dönüşmesidir. Duvarlarda asılı “değerlerimiz” posterleri, yıllık raporlardaki süslü cümleler ve kurum içi eğitimlerdeki yapay senaryolar… Hepsi büyük bir yanılsamanın parçalarıdır. Gerçek hayatta yaşanan ise bambaşkadır: Keyfi yaptırımlar, adaletsiz değerlendirmeler, görünmez kıyımlar, vicdansız kararlar…
Sistematik yıkım!
Belki de en acı gerçek, bu düzenin değişebileceğine dair inancın bile kurumsal manipülasyonun bir parçası olmasıdır. “İnsan odaklı yönetim”, “çalışan mutluluğu”, “kurumsal aidiyet” gibi parlak kavramlar, sadece sistemin kendini gizlemek için kullandığı modern maskelerdir.
Her yeni yönetim yaklaşımı, her yeni insan kaynakları trendi, her yeni kurumsal değer manifestosu, aslında var olan düzeni daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Çünkü sistem, özünde değişimi değil, sadece değişim yanılsamasını üretmeye programlı.
Bu sistematik yıkımın trajik yanı ise alternatifinin olmadığına dair yaygın inanç. “İş dünyasının gerçekleri”, “piyasa koşulları”, “rekabet ortamı” gibi kulağa son derece rasyonel gelen kavramlarla meşrulaştırılan bu insanlık dışı düzen, kendini sürekli yeniden üretmeye devam ediyor.
Her gün biraz daha derinleşen bu çıkmaz, modern çağın en büyük paradokslarından birini oluşturuyor: İnsanı merkeze aldığını iddia eden kurumsal yapılar, tam da bu iddia üzerinden insanı sistematik biçimde yok ediyor.
Bu karanlık döngünün kırılacağına dair umutlar ise, tıpkı kurumsal değerler posterleri gibi, duvarları süsleyen içi boş imgelerden öteye geçemiyor.