“Duygusal emek” kavramını duydunuz mu?
Peki, ya bunun her geçen gün daha da yoğun yaşadığınız bir durum olduğunu söylesek?
Arlie Hochschild’in “duygusal emek” kavramı, çalışanların duygularını iş yerinin talep ettiği şekilde yönetme ve sergileme sürecini tanımlar. Hochschild’e göre duygusal emek, çalışanların kendi gerçek duygularını bastırarak, işverenin beklediği duyguları sergilemek zorunda kalması durumudur. Ekonomik kriz döneminde bu kavram, çok daha karmaşık ve yoğun bir hal alıyor.
Bankacılık sisteminin yapısal çelişkileri, çalışanları imkansız bir konuma hapsediyor. Finansal kapitalizmin çarklarını döndürmek için tasarlanmış bir sistemde, insani değerleri korumaya çalışan banka çalışanları, sürekli bir varoluşsal gerilim yaşıyor.
Kurumsal söylem ile gerçeklik arasındaki uçurum çarpıcı. Bankalar “müşteri odaklılık” ve “insan kaynakları değer politikaları” gibi süslü ifadelerle kendilerini pazarlarken, çalışanlarını acımasız satış hedefleri ve performans baskısı altında eritiyor. Her ay yenilenen hedefler, her çeyrekte artan beklentiler, çalışanların sadece fiziksel değil, duygusal rezervlerini de tüketiyor.
Bir yandan kendi maaşları enflasyon karşısında eriyen çalışanlar, diğer yandan müşterilerin finansal çöküşlerine tanıklık etmek ve bu durumu “profesyonelce” yönetmek zorunda bırakılıyor. Sistem, çalışanlardan kendi duygularını bastırarak, kurumsal çıkarları korumalarını talep ediyor.
Performans değerlendirme sistemleri bu sömürüyü derinleştiriyor. “Müşteri memnuniyeti skorları” gibi yapay metrikler, duygusal emeği nicelikselleştirerek denetim altına almaya çalışıyor. İnsani etkileşimler, kurumsal performans tablolarına indirgeniyor.
Kadın çalışanlar bu sömürüden daha derin etkileniyor. Toplumsal cinsiyet rolleri, kadınları “duygusal emek uzmanları” olmaya zorluyor. Bankacılık sektöründeki kadınlar, hem ev içi emeklerini hem de iş yerindeki duygusal emeklerini katmerli biçimde harcamak durumunda kalıyor.
İş güvencesizliği, duygusal sömürünün etkisini katmerlendiriyor. Her an işini kaybetme korkusuyla yaşayan çalışanlar, giderek daha fazla duygusal emek harcamaya zorlanıyor. Sistem, çalışanların varoluşsal kaygılarını bir denetim mekanizması olarak kullanıyor.
Bu sistemik sömürü, ruh sağlığı sorunlarının yaygınlaşmasına yol açıyor. Tükenmişlik sendromu, depresyon, anksiyete artık sektörün kronik sorunları haline geliyor. Ancak sistem, yarattığı bu tahribatı da bireyselleştiriyor, çözümü yine bireylerde ve bireylerin “dayanıklılık” kapasitesinde arıyor.
Ruh sağlığı verileri de durumun ciddiyetini gözler önüne seriyor. Antidepresan kullanımı son beş yılda neredeyse iki katına çıktı. Psikiyatristlere ekonomik kaygılarla başvuranların sayısı üç kat arttı. Ancak psikolojik destek almak da giderek zorlaşıyor çünkü bir terapi seansının ücreti, asgari ücretin önemli bir kısmına denk geliyor.
Bu süreçte asıl dikkat çekici olan, ekonomik koşulların sadece maddi yaşantımızı değil, duygusal dünyamızı, ilişkilerimizi, hayallerimizi ve gelecek tasavvurumuzu da derinden etkilemesi.
Sonuç olarak, bankacılık sektöründe duygusal emek, finansal kapitalizmin insani bedeli olarak karşımıza çıkıyor. Sistemin çarklarını döndürmek için harcanan bu görünmez emek, çalışanların ruhsal ve fiziksel sağlığını tehdit ediyor.
Bu durumun değişmesi için bireysel çözümler değil, sistemik bir dönüşüm gerekiyor.